Aslında, siz kendi psişenizin yapısını anlayana dek, hayat sizin “başınıza gelir”. Kompleksler -yani bilincinde olmadığınız psişik dinamikleriniz- sizi ve etrafınızdakileri tüketir ve olumsuz şekilde etkiler ya da sizi ve etrafınızdakileri geliştirir ve olumlu şekilde etkilerler. Siz, kendi psişenizin dinamiklerini anlayana dek bu böyle devam eder: Hayatınızın tüm başarı ve hezeyanlarının size ait olduğunu düşünürsünüz ama aslen olan bu değildir. Psişenizdeki tüm içerikler sizi yaşamış, sizi kullanmıştır -ve sizin bundan en ufak haberiniz dahi yoktur.
Kompleksler, psişenin ana yapılarıdır ve kompleksler olmaksızın psişik bir devinimden, yani canlı bir kişilikten bahsedemeyiz. Kompleksleri olmayan bir kişi, psişik olarak ölüdür, der Jung. Kompleksler, psişik enerjinin akışını sağlayan sistemler şeklinde çalışırlar. Bu da bizi, gündelik yaşamımızda çok daha aşina olduğumuz bir yapılanmayı derinlemesine incelemeye sevk eder, yani duyguyu (İng. “emotion”).
Kompleksleri teşhis etmenin en basit yolu duyguları gözlemlemektir. Çünkü kompleksler uyandığında ya da konstale olduğunda duygular açığa çıkar. Ya da şöyle diyelim: Bir duygunun farkına vardığınızda en az bir kompleksinizin uyandığından emin olabilirsiniz! Elbette ki duygular, komplekslerin tek göstergesi değildir. Yirminci yüzyılın başlarında geliştirilerek bir süre psikanaliz odalarının vazgeçilmesi haline gelen “çağrışım testi” sayesinde komplekslerin konstellasyonu söz konusu olduğunda kişide fiziksel semptomların (terleme, üşüme, ısınma, yüzde kızarma, vb.) baş gösterdiğini biliyoruz. Fakat bu yazıda amacım çağrışım testlerini ve bu testlerden neler elde edebileceğimizden çok, komplekslerin genel olarak nasıl ve ne şekillerde hayatımızı yönlendirdikleri, kontrol edebildikleri ya da manipüle edebildikleri.
Duygulardan devam edelim.
Duygu kelimesinin hem İngilizcede hem de dilimizdeki kurgusu her daim ilgimi çekmiştir. Türkçe “duygu” kelimesi “duymak” fiilinden yapım ekiyle türemiş bir kelimedir. Bu bana şunu söyler: “duygular duyulur”. Duymaksa duyumsama (sensation) yani bedenle ilişkilidir. Bu da şu demek oluyor sanıyorum: Duygular bedende duyumsanır. Sanırım çağrışım testi (bknz. “Tehlikeli Metod” filmi) esnasında ortaya çıkan tepkimelerin aslında psişede bulunan kompleksleri gösterdiğini iddia eden genç Carl Gustav Jung, kompleksler ve beden (soma) arasında güçlü bir bağın olduğunu iddia ederken çok da haksız sayılmazdı!
Şimdi de İngilizce “duygu” anlamına gelen “emotion” kelimesine göz atalım.
Bu kelime özellikle son yıllarda farklı kişisel gelişimci çehrelerce şu şekilde ele alınmış bir ifadedir: Kelime iki karakterden oluşur -e ve “hareket” anlamına gelen “motion”. Buradan yola çıkarak şöyle denir: “Duygular (emotions) hareket etmek ister.” Bence bu ifade, “emotion” ve duygunun derin psikolojisine bir hayli gerçekçi şekilde dokunur. Duygular, aynı kompleksler gibi, statik değildirler -sürekli devinim halindedirler. Ve yine, aynı kompleksler gibi, sizi harekete geçmeye zorlarlar. Örneğin öfke sizi bağırmaya, kendinizi ifade etmeye ya da fiziksel sınırlar çizmeye iterken coşku sizi zıplamaya, yine bağırmaya ve gülümseme gibi fiziksel ifadelere zorlar. Kısacası, duyguları fizik bedenden ayırmak mümkün değildir ve duygu ile “itki” iç içedir. Duygu, sizi hareketlendirir -ruhsal, zihinsel ve bedensel olarak, yani psişik olarak.
İşte tam da burada küçük bir manevra ile “psişik enerji” kavramına geçiş yapmak oldukça tatlı olacaktır.
İlk ismi “Kompleks Psikolojisi” olan, günümüzde Jung Psikolojisi olarak da bilinen Analitik Psikoloji’nin açısından duygu-kompleks ilişkisine bakarsak eğer, duygular saf psişik enerjidir ve komplekslerin uyanması sonucunda oluşur deriz. Yani, duygusuz insan olamayacağı gibi komplekssiz insanın da olamayacağını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Görünen o ki, kompleksler psişik enerji akımıyla ilişkilidirler (Bu başka bir makale konusu olmalıdır! Kaldı ki, Psişik Enerji ve Doğası makalesine göz atmak, meraklı olan okuyucuları azıcık da olsa tatmin edecektir diye umuyorum) ve eğer psişik enerjiyi (libido) bedenimizde dolaşan kan olarak sembolize edersek (ki “kan”, Jungiyen sembolojide “libido”dur), sanıyorum ki kompleksleri (ve elbette ki komplekslerin bağlı oldukları arketipleri) birer organ olarak görmek yersiz olmayacaktır. Yani kompleks dediğimiz şeyler aslında birer psişik organdır, işlevseldir ve aynı, bedendeki organlar (damarlar, karaciğer, mide, hormon bezleri vb.) gibi kompleksler de kendilerine has birer amaca sahiptirler ve psişik enerjinin (kanın) temizlenmesini, dönüştürülmesini, onun üretilmesini ve devinimini (ve daha pek çok psikolojik/biyolojik işlevi) sağlarlar.
Nasıl yapacağımı henüz tam olarak bilemesem de buradan bir U dönüşü ile kompleks ve seçimlerimiz arasındaki ilişkiye doğru gerilemek ve hayat boyunca aldığımız kararları kompleks psikolojisi açısından kısaca da olsa incelemek istiyorum.
Kararlarımızı tamamıyla “duygusal”, yani komplekslerimize bağlı şekilde veriyor olabilir miyiz?
Hayat içerisinde ilerlerken hareketlerimize, ifadelerimize, düşüncelerimize duygularımız (e-motions), yani komplekslerimiz (yani arketipler!) yön veriyor olabilir mi?
Peki bu soruların cevapları “evet” ise ne yapacağız?
Bay X. Sabah uyanıyor. Dışarıda hava bulutlu ve yağmurlu. Canı yataktan çıkmak istemiyor. Üst kattaki komşusu Spotify’da “Cavalleria Rusticana: Intermezzo” dinliyor. Bay X’in içinden bir anda bir duygu dalgası geçiyor fakat ne olduğunu anlamıyor, daha doğrusu önemsemiyor. Bir anda yataktan fırlıyor ve boğazına doğru ilerleyen fiziksel yoğunluğa rağmen kahvesini hazırlayıp işe gitmek üzere hazırlanıyor. Bilincinde dahi olmadan, üst kattan gelen müziğin sesini bastırmak için Steppenwolf’tan “Born to Be Wild” şarkısını açıyor ve müziğin sesini sonuna kadar açıp kahvesini yudumlarken telefonundan günün haberlerini okumaya koyuluyor. Borsa çıkışta, işler yolunda ve patronuyla 2 saat içerisinde gerçekleşecek olan görüşmesinin bir terfiiyle sonuçlanacağından emin. Kahvesinden son yudumunu da aldıktan sonra çantasını alıp -üst kattan gelen müziği hâlâ umursamamaya çalışarak- hızla evden çıkarak merdivenlerden aşağı inerken sol ayakkabısının bağcığını bağlamadığını fark etmesiyle birlikte merdivenlerden aşağı yuvarlanıyor. Sonuç mu? Lütfen siz hayal edin.
Peki Bay X’e ne oldu? Gününün akışına o mu karar verdi yoksa bilincinde olmadığı “karanlık güçler” mi? Sorunun cevabını Allah bilir. Fakat ben yine de O’nun affına sığınarak ortaya bir olasılık atayım ve hadi gelin bu sıradan olaya bir rüyaymışçasına bakalım:
Bay X, 8 Mayıs tarihli o günden tam olarak 248 gün önce, delicesine âşık olduğu kadın tarafından terk edilmiştir ve terk edildikten sonra pek çok farklı kadınla kısa ya da günü birlik ilişkilerle “eğlenceli” ve “sıradan” ama “hafif” bir dönem geçirmiştir bu kaza gününe dek. Üst komşusunun çaldığı müzik ise bu kadınla birlikte bir akşam kanepede sarmaş dolaş izledikleri “Dangerous Beauty” filminin müziklerinden biridir. Bay X’in uyandığı sabahın nitelikleri (havanın yağmurlu ve bulutlu oluşu), kadının terk ettiği günü anımsanmıştır. Ardından yükselen müzik ise, terk edildikten sonra hiç tutmadığı acı duygusunu yüzeye çıkarmaya yetmiştir fakat bizim esas oğlan buna aldırış etmeden, yüzeye çıkmaya çalışan duygularını bastırmaya çalışmış (yaşasın Steppenwolf!), bir süreliğine başarılı olmuştur. “Bir süreliğin” diyorum, zira hikâyenin sonunda da gördüğünüz gibi, kaza “geliyorum” demiştir aslında.
Sol ayakkabının bağcığının unutulması oldukça anlamlı bir senkronisite örneği olabilir: Ayakkabı hem persona ile ilişkilidir hem de toprakla, zeminle, dünya ve madde ile temasımızı sağlayan ayak ile ilişkilidir. O, bir nevi kökleri koruyan (ayaklar, aynı ağacın kökleri gibi, kök temsilidir) işlevsel bir gereçtir de. Sol ise feminen, yani dişil, erkekte ise animanın temsilidir. Görünen o ki, Bay X’in psişik yapılanmasında onu dünyaya bağlayan ve onun ayakta durmasına destek olan dişil yapılanmayı (bu muhtemelen hissetme ve sezgi ile ilişkilidir) düzenlemeyi (bağcığını bağlamayı) unutmuştur. Ayakkabıların bağcığı bağlanmadığında yürümek zor hatta imkânsız hale gelebilir. Bağcıklı ayakkabılar, bağcıkları bağlanmadıklarında işlevlerini yerine getiremezler. Burada bağcık, muhtemelen ayakkabının temsil ettiği psişik işlevin yerine getirilmesi, yani işlevin sağlanabilmesi için zaruri bir etkiyi ifade etmektedir. Ve bu işlev, Bay X’in dişil yanı, yani anima (erkeğin ruh-imgesi) ile ilişkilidir. Peki unutmak nedir? Unuttuğumuzda, vaktiyle bilincinde olduğumuz bir şey bilinçdışına düşmüş demektir. Bay X benim analizanım olsaydı, bilinçdışına bu kadar ittirmeye çalıştığı feminen işlevlerine (özellikle de rüyaları vasıtasıyla) yakından bakmayı borç bilirdim.
Bir hayat kesiti olarak verdiğim bu örnekte sıklıkla karşılaşılan duyguları yok sayma ya da bastırma söz konusu gibi görünmektedir. Peki yok sayılan bu duygular Bay X’e ne yapmaya çalışmışlardır ve ne şekilde yönlendirmişlerdir?
Psikolojik pek çok varsayımda bulunabiliriz fakat bunlardan sadece birine yer vermek isterim. Söz konusu olayda, açığa çıkmaya çalışan bir duygu silsilesi olduğu gerçeğiyle başlayalım. Belki “acı” gibi görünen fakat altında öfke, hüzün ve korkunun hüküm sürdüğü karmaşık bir duygu yapılanması olduğunun ihtimalinin de altını çizelim. Hatırlayalım: Konumuz terk edilme ve ardından gelen “üstesinden gelme” taktikleri (tek gecelik ilişkiler). Olasılıklar içerisinde, Bay X’in anne kompleksini ziyaret edebiliriz: Anne tarafından fiziksel ya da duygusal terk edilme (bağlanma sorunları) veya anneye aşırı bağımlılık geliştirmiş olmakla birlikte anneye öfke ve kızgınlık. Böyle bir durum, bizim esas oğlanın terk edilmesinden sonra gelen tek gecelik ilişkilerle örülü süreci de açıklar: İçerideki Don Juan uyanmıştır.
Çok yalın ve yüzeysel bir tahmin yaparsam, Bay X’in bu kadın tarafından terk edilmeyi henüz hazmedemediğini, hatta bu terk edilmeyle (ve dolayısıyla da Anne ile) yüzleşemediğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Sonuç olarak, yüzeye çıkmak ve bilince gelmek isteyen bir Anne kompleksi mevcuttur -ki bu sayede Bay X gelişip bireyleşme sürecinde ilerleyebilsin! Fakat ne yazık ki, iyi niyetli üst komşunun çabalarıyla bilince yükselen duygulara (komplekse) aldırış etmeyerek her şey “normal”miş gibi devam etmeye çalışan bizim esas oğlana okkalı bir psişik tokat yakışık görülmüştür. Hikâyenin bundan sonraki etabında ne olacağı ise tam bir muammadır. Eğer şanslıysa (tanrılar, yani arketipler onun yanındaysa!) duygularını, yani kompleksleri, yani arketipsel, yani psişik dürtülerini takip eder ve derinlerde onu bekleyen ve muhtemelen hayatını tamamıyla değiştirecek ve dönüştürecek olan o muazzam hazineye ulaşır.
Didem Çivici – Copyright ©2021
Muhteşem. Seni duyuyorum 🙏
BeğenBeğen
Kompleks ve golgelerimizi fark ettik veya gözlemlemeye başladık diyelim. Su yüzüne çıkmalarını veya acı çekmelerini sona erdirmek için ne yapmamız gerekir? Yani tespiti yaptık diyelim , tedavi aşaması nasıl olmalı?
BeğenLiked by 1 kişi
Acı çekmeyi sonlandırmaksa amacınız, soru solucak kişi ben olmayabilirim Ahmet Bey. Bütünleşmenin ve ruhu yeniden kazanmanın acıdan geçtiğini hissediyorum. Acının bittiği yerde yaşamın biteceğini sanıyorum. Bu nedenle de, eğer ki “acıyı sonlandıran bir tedavi” varsa, o tedavi benim gözümde insanı insanlığın ve yaşamın dışına taşır.
Çok sevgiler.
BeğenBeğen
Yeni gördüm yanıtınızı Didem hanım, sitenizle ve jung la tanışalı baya zaman geçmiş(2.5 ay) yanıtınızi da yeni gördüm.
Pek çok yaziniza da yorum yapıyor ve içeriklerini beğenerek okuyorum
Bu yazıyı okuyup benim gibi bu soruyu merak eden arkadaşlara ve size bir iki kelam ile uzun süredir kulağıma çalınan ama algı daki perdelerin yavaş yavaş kalkması sonucu, kısa süre önce farkına varabildigim kendi soruma, kendi yanıtımı açıklamak isterim.
Eklektik felsefe ve Sufi geleneğine olan eğilimimin de etkisiyle, jung felsefesi ve kendi düşüncelerimin harmanı sonucu bulduğum çözüm şudur.
Alemin bize kendimizi gösteren bir ayna olduğu, acı çekiyorsak da haz alıyorsak da; birisine bir şeye nefret veya aşk duyuyorsak da, hepsi bizimle alakalı.
Alemde, dünyada olan olaylar herkes için somut düzlemde bir ve aynı olsa da(kısaca ayna) ; o olaya bakış acımız ve tepkimiz tamamen bizle alakalı (aynadaki suret)
Bu yüzden olayların nedenlerini disarda değil, içeride; yanıtları başkalarında değil kendimizde aradığımızda, başımıza gelenleri bir lütuf veya bela olarak görmek yerine anlamaya çalıştığınızda ; belki somut gerçekliği degistiremesek de olaylara bakış acımızı ve komplekslerimizi kontrol edebileceğimizi düşünüyorum.
Şu ana kadar kızdığım, öfke duyduğum, yargıladigim, aşık olduğum, sevdigim herkes ve her şey benim aynada gördüğüm bir suretten ibaretti. Onlara kiziyordum ama aynadaki çirkinlik veya eğrilik benden kaynaklıydi. Aynada eğriyi(somut düzlemde bizi rahatsız odan olaylar) görünce ondan nefret etmek, ciddiye almamak ya da ona acıyıp anlamaya çalışmak da bir tercihti. İlkini her yaptığımda aynada kendi eğriligimi görüyordum.
Bizim yanılgımiz aynada gördüğümüz suretin bizden değil aynanın kendisinden kaynaklandığını sanıyor olmak. Bu yaraları dindirmenin yolu da onlara yara veya bela olarak bakmak yerine ; ayna olarak bakmak. Ayna sureti gösterirken iyi veya kötü diye yargılamaz, ayırmaz; sadece hakikatin ta kendisini gösterir.
Bu yazımın sonuna bu toprakların büyük bilgeliginden bir şiir ile son vermek istiyorum.
“derman arardım derdime
derdim bana derman imiş
burhan arardım aslıma
aslım bana burhan imiş
sağ u solum gözler idim
dost yüzünü görsem deyu
ben taşrada arar idim
ol can içinde can imiş
öyle sanırdım ayriyem
dost gayridir ben gayriyem
benden görüp işideni
bildim ki ol canan imiş”
BeğenLiked by 1 kişi
Ne güzel demişsiniz Ahmet Bey…
BeğenBeğen