Ayrıntı Akademi’de başlattığımız ‘Jung Psikoloji Sohbetleri’ kapsamında dün akşam modern insanı konuştuk. Sohbet öyle bir hal aldı ki, öncesinde hazırladığım sayfalarca notu bir kenara bıraktım, katılımcıların ufuk açıcı ve ezber bozucu sorularıyla dans ederek yeni dünyalar keşfetmenin tadını çıkardım. Elbette ki alınan o notların derlenip bir şekilde paylaşılması gerekiyordu, zira neredeyse dört saat süren sohbet boyunca konuşulamayan çok şey vardı ve o kadar şeyle kendi başıma kalamazdım. Önce kendime, sonra katılımcılara verdiğim sözü tutmanın hayatımı ne kadar zenginleştirebileceğini biliyorum… o nedenle de o notları (ve daha fazlasını) bir araya getirip sunmaktan mutluluk duyarım.
…
Sohbetimizden de ilhamla, öncelikle ‘modern insan’dan kastımız ne, onu ifade etmeliyiz belki de: Kültürleşmiş, belli bir bilince (egoya) sahip, modern çağın insanı. Bu insanın benimsediği ve ‘erdem’ saydığı tutumlarsa çağın tinine eşlik eder vaziyettedir: Bilgi altındır, rasyonel düşünce önemlidir ve mantık hayati bir önceliğe sahiptir, irrasyonel olan gereksizdir, nedensellik her şeyin temelini oluşturur, bilim ve teknoloji alanında sürekli gelişim gereklidir, dini yaklaşımlar kişiseldir ve bilimin yerini tutamazlar, devlet yapılanmaları önemlidir, (Jung’un ifadesiyle) ‘hipermaskülen’ bir tutum tercih edilir, dış dünyanın nesneleri (görünen’) iç dünyanın nesnelerinden önce gelir, topluma psikolojik uyum ve normallik elzemdir, progresif (ilerleyici) bir yaşam tarzını korumak, hızlı olmak ve pratiklik en gerekli unsurlardır.
Yukarıda saydığım ve bence daha da genişletebileceğimiz bu ‘modern çağın erdemleri’ listesi her ne kadar göz alıcı ve ‘mantıklı’ da olsa, özellikle son yüz yıla baktığımızda teknolojik ve bilimsel gelişmelerin dünyayı daha iyi bir yer haline getirip getirmediği ya da inanların daha mutlu ve (özellikle de psikolojik olarak) daha dengeli/sağlıklı olup olmadıkları tartışılır. Elbette ki yaşamımıza yıllar katan, pek çok hastalığa çare bulan tıp alanını ve bu alana hizmet eden bilim ve teknoloji dünyasını yadsımayacağım. Fakat modern insanın hayatına baktığımızda tüm bu bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sadece yapıcı değil yıkıcı yanlarının da olduğunu ve bu durumun sonuçlarının neler olabileceğini yazmak istiyorum aslında. Bu noktada da Jung’un görüşlerinden ve deneyimlerinden yararlanmaya çalışacağım.
RUHUN YİTİMİ
C. G. Jung’un biyograflarından ve tarihin insanlığa kazandırdığı en değerli psikiyatrlardan biri olan Anthony Stevens, Jung’un psikolojisini belki de şu cümleyle özetlemişti:
“Jung’a göre modern dünyanın sıkıntısı ve nevrozun kaynağı, bastırılmış cinsellikten öte, ‘ruhun yitirilmesi’ ve ‘kutsal olanı algılamadaki yetersizlik’ti.”
Jung’a göre modern insan aşırı dışa dönük ve düşünme odaklı tipolojik yapısıyla mekanik ve bilinçdışından kopuk yaşayan bir canlıydı. Maddi hedefleri, bilimselliği tanrısallaştırması, salt mantık odaklı steril bakış açısıyla modern insan, kendi potansiyelinin, yani psişik bütünlüğünün, sadece bir kısmını yaşamaktaydı. Bu, onu uçlara, tek yanlı bir tutumla hayatı sadece kısmen deneyimlemeye ve dolayısıyla da kökleri bilinçdışı ve psişenin karanlık ve bilinmeyen dünyasından beslenen ruha sırtını dönmeye sevk diyordu. Sonuç patolojikti ve ruhunu yitiren ilkel bir insan neyi deneyimliyorsa modern insan da aynısını deneyimliyordu çünkü her ne kadar ‘modern’ de olsa, psişesinde ‘arkaik’ (primal, ilksel, orijinal) insanı barındırıyordu. Sonuç olarak nevroz, hatta psikotik pek çok çıktı kaçınılmazdı. Sorun bununla da kalmıyor, kişisel her vaka kolektif ölçüde de yankı buluyordu, ki bunun en iyi örnekleri, yirminci yüzyıla sığdırdığımız iki büyük dünya savaşıydı. Jung, modern insanın hayatının tamamıyla kontrolden çıktığını, eğer iç dünyasının (bilinçdışı psişe) dinamiklerini anlamak için ciddi bir disiplin ve adanmışlık göstermezse başka dünya savaşlarının ya da doğa yıkımların kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştü. Bunun içinse kâhin olmaya gerek yoktu – psişenin dinamiklerini anlamış olan her birey kişisel-kolektif gölge ve arketip yapılanmasının insan bilinci ve dolayısıyla toplum üzerindeki yıkıcı ve yok edici etkisini kolaylıkla gözlemleyebilir ve olası sonuçları tahmin edebilirdi.
Asıl sorunun ruhtan kopuk şekilde yaşamaya meyleden egonun tutumu olduğunu söyleyen Jung, geliştirdiği bilimsel yaklaşımını (Analitik Psikoloji) da tam olarak bu anlayış üzerine kurmuştu: İnsan sadece ego değildi -insan psikolojik bir bütündü ve kendi bütünlüğünü (özellikle de ego dışındaki psikolojik organlarını) yadsıdığı ölçüde patolojik bir vakaya dönüşüyordu. Ruh, insanın bütünlüğüyle ilişkiliydi ve insanın en büyük arayışı olan ‘anlamlılık’ ile bir ilişkisi var gibi görünmekteydi. Jung’a göre modern insan arkaik insan gibi doğanın güçlerinin ya da ormanın ruhlarının varlığını kabul etmiyordu ve bu durum, insanın kendi doğasından ayrı düşmesine, sonuç olarak da psişik marazlara yol açıyordu:
“Bilimsel anlayış sayesinde dünyamız insanlıktan çıktı. İnsan kendini kozmosta izole edilmiş hissetmektedir; artık doğaya dahil değildir ve şimdiye kadar onun için sembolik bir anlamı olan doğa olaylarına olan duygusal katılımını kaybetmiştir. Gök gürültüsü artık bir tanrının sesi değildir ve şimşek de onun intikam oku değildir. Hiçbir nehrin ruhu yoktur, hiçbir ağaç bir insanın hayatı anlamına gelmez, hiçbir yılan bilgeliğin somutlaşmış hali değildir ve hiçbir dağ yüce bir iblisi barındırmaz. Ne şeyler onunla konuşmaktadır ne de taşlar, pınarlar, bitkiler ve hayvanlar. Artık onu vahşi bir hayvanla özdeşleştiren bir çalı ruhu yoktur. Doğa ile doğrudan iletişimi sonsuza dek ortadan kalkmıştır ve o doğrudan iletişimin ürettiği duygusal enerji de bilinçdışına gömülmüş durumdadır.”[1]
Eski Yunan’da pneuma, Polinezya kültüründe mana, İbranice’de ruach olarak bilinen ve nefes, yaşam enerjisi ve canlılık anlamlarına gelen ruh, insanın, hayatın hakiki anlamıyla buluşabilmesi için en gerekli psişik unsurdu. Ruh ve ruhun psişik enerjisi arketipseldi ve bu enerjinin kaybı, insanın psişik ölümü ile eş değerdi. Hıza, sürekli ilerlemeye ve eyleme düşkün modern insanın yavaşlığa, kaotik ve bilinmez olana, karanlığa olan direnci onun psişik dengesini sarsabilecek en önemli faktörlerden biriydi. Yitirilen sadece doğanın güçleri ve orman perileri değildi, onlarla birlikte bilinçdışının değerli güçleri de yitirilmişti ve görünen o ki modern insan bu yitimle başa çıkmak için bilinçsiz yollara baş vurmaktaydı çünkü huzursuzdu ve sürekli o yitirdiği şeyi bilinçsizce başka yerlerde arıyordu. Fakat yitirdiği asıl şeyin ne olduğunun bilincinde olmaması onun başka şeyleri kendisine ilah edinmesine neden oluyordu: alkol, uyuşturucu maddeler, cinsellik, gıda, ilişkiler ve aşk, hatta dini mezhepler ve bilim. İşte bunlar modern insanın yeni tanrıları olmuştu. Jung, bu durumla ilgili şöyle demişti:
“Modern insan, ‘rasyonalizm’inin (ki bu, insanın sayısız sembollere ve fikirlere cevap verme kapasitesini yok eden şeydir) onu psişik ‘yeraltı dünyasının’ insafına ne raddede bıraktığını anlamıyor. Kendini ‘batıl inançtan’ kurtardı (ya da buna inanıyor) ama bu süreçte kendi manevi değerlerini kesinkes tehlikeli bir dereceye kadar kaybetti. Ahlaki ve manevi geleneği parçalandı ve şimdi de bu parçalanmayı dünya çapında görülen disoryantasyon ve disosiyasyon olarak ödüyor.”[2]
Görünen o ki, modern insanın marazlarının görünen değil görünmeyen boyutta nedenleri vardı ve yine, bu durumu en net şekilde Jung’un bir deneyimiyle ifade etmek isterim. Ocak 1925’te ziyaret ettiği Taos Pueblolarının (New Mexico) reisi, 40-50 yaşlarındaki Ochwiä Biano ile diyaloğu ‘beyaz adam’ın arkaik insanın gözünden nasıl göründüğünü yalın bir şekilde anlatır:
“Ochwiä Biano, “Beyazların ne denli acımasız göründüklerine bak! Dudakları ince, burunları da sivri. Yüzleri kırışıklardan değişmiş. Gözlerinden arayış içinde oldukları anlaşılıyor. Hep bir şey arıyorlar. Ne arıyorlar acaba? Beyazlar hep bir şeyler ister ve her zaman huzursuzdurlar. Ne neyin peşinde olduklarını biliyoruz ne de onları anlayabiliyoruz. Bizce onlar deli,” dedi. Ona tüm beyazlara neden deli gözüyle baktığını sordum. “Kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar,” diye yanıtladı. Şaşırarak, “Tabii ki öyle yapacaklar,” dedim. “Siz neyle düşünürsünüz?” Kalbini göstererek, “Burasıyla,” dedi. Uzun bir süre susup düşündüm. Yaşamımda ilk kez, biri bana gerçek beyaz adamın resmini çizmişti. O güne dek gördüklerim hep duygusal bir yaklaşımla güzelleştirilerek çizilmiş renkli resimlerdi. Yerli bizim en duyarlı noktamıza parmak basmış, körlükten göremediğimiz bir gerçeği dile getirmişti.”[3]
Tüm bunların ışığında, ‘kalbini yitirmiş’ bir insanla karşı karşıyayız gibi görünüyor. Peki nedir bu ‘kalp’ ve biz bu kalbi ne ara ve neden yitirdik?
Reis Ochwia Biano’nun kalp ile ifade ettiği her ne idiyse, Jung’un ‘doğum hakkımız olan ve bir zamanlar yaşadığımı yuva olan mitik dünya’ dediği yerle bir bağlantısı olduğunu sanıyorum. Bu yer, rasyonel uzuvlarımız olan düşünme ve değer tutumumuzla kavrayamayacağımız ancak irrasyonel uzuvlar olarak gördüğümüz sezme ve duyumsama (beden) aracılığıyla algılayabileceğimiz bir yer gibi. Burası madde, tin ve ruhun bir araya geldiği yer; peri masallarının vuku bulduğu yer. Burası aynı zamanda aile bağlarının, tanrıların, doğa güçlerinin, gelenek ve göreneklerin, hatta dogmaların filizlendiği toprak. Burası, modern insanın yoksun kaldığı bir psişik krallık adeta. İşte bu nedenle de anavatanından uzak kalan insan evladı gibi modern insan da o topraklara daimî bir açlık ve özlem duyuyor fakat o toprakların nerede olduğunu dahi unutmuş gibi görünüyor. Ve bu özlem ve açlık, yeri doldurulamayan büyük bir boşluğu doğuruyor ve modern insan bu boşlukla ne yapacağını bilmeden onu, çaresizce, yeni dünyanın nesneleriyle doldurmaya çalışıyor. Fakat bu acelecilikle gerçekten de neyi davet ettiğinin pek bilincinde değil gibi:
“Gelişmenin getirdiği yenilikler, yani yeni yöntemler ve araçlar, kuşkusuz ilk anda insanı çok etkiliyorlar ama uzun vadede düşünüldüğünde bunlar kuşku verici ya da en azından çok büyük bedeller ödememiz gerekecek şeyler. Genelde, insanın mutluluğuna ya da huzuruna hiçbir biçimde katkıları olmuyor. Çoğu, yaşama aldatıcı hoşluklar ekleyen şeyler. Örneğin, ne yazık ki, yaşam temposunu hiç de hoş olmayan bir biçimde hızlandıran ve kendimize her zamankinden daha az zaman ayırabilmemize neden olan hızlı iletişim araçları. Eskilerin dediği gibi: Omnis festinatio ex parte diaboli est. Yani: “Acele işe Şeytan karışır.”[4]
Tam da bu konuyu tartıştığım makalelerden biri olan Elsiz Kız’da modern insanın acele tutumu ve belki de aç gözlülüğünün ardındaki nedenlere ve bu tutumun getirdiği sonuçlara değinmiştim. İnsan, kolay yoldan para ve haz elde etmek isterken bunun karşılığında ne bedeller ödemesi gerektiğini genelde düşünmez (bilincinde değildir). Jung, bilinçdışıyla karşılaşmalarını kaleme aldığı kırmızı kitabına[5] 12 Kasım 1913’te şunları yazmıştı:
‘…açlık, ruhu katlanılmaz olanı yemeye ve onunla zehirlenmeye iter. Dostlarım, ruhu beslemek bilgeliktir, aksi halde yüreğinizde ejderler ve şeytanlar beslersiniz.’
Modern insan, kalbinin yerini dolduracak şeyleri araya dursun, gerçekliğini şekillendiren bilinçdışı içerikleri bilince getiremediği sürece onların kölesi olarak yaşamaya devam edecek ve kendini özgür irade temsili (bir tanrı gibi!) görmeye devam edecek gibi. Oysaki, çağın tininden kaynaklı bu tutumunun ötesinde onu bekleyen çok daha büyük bir gücün olduğunu hatırlamak zorunda. Jung, bu güce ‘derinliklerin tini’ demişti ve çağın tininden ayırmıştı onu. Ona göre bu çağın tini, yani bilim çağının tini, ‘yarar ve değeri duymak ister’ken[6] derinliklerin tini değer ve yargının, faydacılığın ve beklentilerin ötesini sorgulatır nitelikteydi. O, sadece aklın bilgisiyle yaşamaya devam edemeyeceğimizi, yaşamak için kalbin bilgisine de ihtiyaç duyacağımızı anlatan tindi:
“Derinliklerin tini bana eylemimi ve kararımı rüyalarıma dayanarak dikkate almayı bile öğretti. Rüyalar yaşama uzanan yolu döşerler ve siz onların dilini anlamadan olar sizi belirler. İnsan bu dili öğrenmek ister ama onu kim öğretebilir ve öğrenebilir ki? Okumuşluk tek başına yeterli değildir; kalpte daha derin bir içgörü veren bir bilgi bulunur. Kalbin bilgisi hiçbir kitapta ve hiçbir öğretmenin ağzında bulunmaz fakat karanlık topraktan biten yeşil tohum gibi insanın içinden yükselerek büyür. Okumuşluk bu çağın tinine aittir fakat bu tin, rüyayı hiçbir şekilde kavrayamaz çünkü ruh, okumuşluğun olmadığı her yerdedir.
Peki kalbin bilgisini nasıl edineceğim? Bu bilgiyi ancak hayatını bütünüyle yaşayarak edinebilirsin. Daha önce hiç yaşamadığın fakat yaşaması ya da düşünmesi için başkalarına bıraktığını yaşayarak hayatını bütünüyle yaşayabilirsin.”[7]
C. G. Jung, hayatı bütünüyle yaşamanın koşulunun kendi gerçekliğini, yani psişik bütünlüğünü tam anlamıyla yaşamak olduğunu savunuyordu. Bu, bilinçdışı denilen, psişenin büyük kısmını kaplayan dünyayı yok saymamak, hatta onunla bilinçli bir ilişki kurmak anlamına geliyordu. Oysaki bilim çağı, modern insanı bilinçdışını göz ardı etmeye, onu önemsememeye teşvik etmekteydi çünkü irrasyonel olan her şey çağın tini tarafından reddediliyordu. Bilimsel bakış açısının ve çağın tininin desteklediği modern insanın egosuysa bilinçdışı söz konusu olduğunda acımasız bir gardiyan gibi davranıyordu. Fakat bilinçdışının içeriklerini kavramak için de yine bu aynı egoya ihtiyacımız vardı çünkü ego hem kurtarıcıydı (Kahraman; İdeal Ego) hem de şeytanın ta kendisi[8]. Kurtarıcıydı, kahramandı, çünkü bilinçdışına, o karanlık ormana yine o ego giriyordu; ejderhalarla, devlerle yine o ego savaşıyordu ve değerli hazineleri ancak o ego bulabilir ve evine de yine o ego geri dönebilirdi. Ego olmazsa insan da yoktu. Aynı zamanda da şeytanın ta kendisiydi çünkü dış dünyaya çok fazla odaklanıp dünyasının geri kalanını, iç dünyasını, bilinçdışını unutan, onu yok sayan ve bastıran da yine o egoydu. O, irrasyonel yani akıl dışı olan her şeye karşı çıkarak aslında kendi doğasına karşı çıktığının bilincinde olmayan bir ahmak gibi davranıyordu. Fakat bu karşı çıkış sadece bireyin değil, tüm toplumların çöküşüne neden oluyordu. Jung şöyle demişti: ‘Rasyonellik, canlılığımız ve yaşamımız pahasına kazanılmıştır.’ Haliyle, insanın ego ve bilinci kazanmasının kefareti de ruhu olmuştu. Belki de tek kefaret bu da değildi: İnsan, içgüdüleriyle, yani bilinçdışı içerikleriyle bağını koparma tehlikesiyle karşı karşıyaydı ve modern toplumlardaki patolojik durumların bir nedenini de buna bağlıyordu Jung. Fakat Jung’a göre güdüler, aynı arketipler gibi, ölmez ya da yok olmazlar -bilinçdışına düşerler ve bilinçsizce yaşanmaya devam ederler. Aslında bir nevi refleks gibi de görülebilecek olan içgüdüler ne yazık ki her zaman yapıcı olmayabilirler ve bunun farkında olmayan ego için ne yazık ki sonuçlar hezeyan ve büyük yıkım getirir -hem kişisel hem de kolektif ölçüde. Bu, içgüdülerin gölge nitelikte devinimidir ve bilincin farkındalığının dışında sirayet eder. Bu nedenle içgüdülerle, bedenle, toprakla, köklerle temas elzemdir:
“…köklerin kaybı – ki bu sadece ilkel kabileler için değil aynı zamanda medeni insanlar için de bir felakettir. Bir geleneğin çöküşü, zaman zaman gerekli olmasına rağmen, her zaman bir kayıp ve tehlikedir ve bu ruh için bir tehlikedir çünkü insandaki en muhafazakâr unsur olan içgüdünün yaşamı her zaman geleneksel kullanımlarda kendini ifade eder. Asırlık inançlar ve gelenekler içgüdülere derinlemesine köklenirler. Eğer kaybolurlarsa, bilinçli zihin içgüdülerden kopar ve köklerini yitirirken, kendini ifade edemeyen içgüdülerse bilinçdışına geri döner ve bilinçdışının enerjisini güçlendirerek bilinçdışının mevcut bilinç içeriğine taşmasına neden olurlar. İşte o zaman bilincin köksüzlüğü gerçek bir tehlike haline gelir. Bu vis a tergo [9]gizem, abartılmış bir öz saygı ya da aşağılık kompleksi şeklinde ifade bulan, bilinçli zihnin böbürlenmesiyle sonuçlanır. Her durumda bir denge kaybı ortaya çıkar ve bu, psişik yaralanma için en verimli topraktır.”[10]
C. G. Jung, insanlığın kendi evriminin sınırına ulaştığını ve bundan sonra ancak gerçekten kim olduğumuzu anlayabilir ve psişenin dinamiklerini kavrayabilirsek hayatta kalabileceğimizi savunuyordu. Medeniyetin ve bireyin hayatının devamlılığını istiyorsak bilinçdışını keşfetmek ve onu anlamak zorundaydık. Bunun içinse toplumlardan değil bireyden başlamalı ve bireyin kendi psişesini, yani kendi doğasını öğrenmesine destek olmalı, doğal zihin ile kültürel zihin arasında seçim yapmak yerine her ikisini de önemseyen bir tutum geliştirmeliydik:
“Son verilmesi gereken şey, insanın daha yükseğiyle daha alçağı arasındaki bölünmeye son vermektir; onun yerine, bilinçli insanla primitif insanı bir araya getirmeliyiz.”[11]
İnsan, asla sadece ilkel psişeyi ya da sadece egoyu hedef almamalıydı. Amaç, ilkel olanla bilinci bir araya getirmek, ikisi arasında ilişki kurmak olmalıydı. Bu, Jung’u tam olarak anlayamayan çehrelerce uzun süre (ve hala daha) karşı çıkılan bir beyandı çünkü Jung’un yaklaşımının bilinçdışı içeriklerin bilinci ele geçirmesine olanak sağladığını düşünenler çoktu. Fakat Jung’un aslen yapmaya çalıştığı, gücün tamamını bilinçdışına vermek ve tamamıyla bilinçsiz bir tutum yaratmak değil, aksine, bilinçdışını tamamıyla reddetmeyen bir ego bilincini mümkün kılmaktı -ki bu sayede ne bilinç ne de bilinçdışı resmin dışında kalacak, aralarında bir iş birliği mümkün olabilecekti. Bilinçdışı içeriklerin bilince getirilmesi konusunda Jung kendi otobiyografisinde şunları yazmıştı:
“Zamanla, düşüncelerimle sesin içeriğini ayırabilmeyi öğrendim. Örneğin, araya bayağılıklar sokmaya çalıştığında, kendime, “Ara sıra böyle düşündüğüm ya da bunları hissettiğim doğru ama şimdi de böyle düşünmek ya da hissetmek zorunda değilim. Bayağılığımı sonsuza dek sürdürmem gerekmez. Bu aşağılama anlamsız,” diyordum. Önemli olan, bilinçdışı malzemeye kişilikler yükleyerek kendini ondan ayırabilmek ve aynı zamanda, onların bilinçle bağlantı kurmalarını sağlamaktır. Güçlerini yok etmenin yöntemi budur. Bir oranda bağımsızlıkları ve kendilerine özgü kimlikleri olduğu için, onlara kimlik vermek çok zor değildir. Bağımsızlıklarını kabullenmek de başlı başına bir iştir ama bilinçdışının kendini böyle ortaya koyması, bizim, onu en iyi biçimde yönetebilmemizi de sağlar.”[12]
Bunun içinse rüyaların, yani bilincin etki edemediği, saf bilinçdışı içeriklerin analiz edilmesinin önemini vurguluyordu C. G. Jung. İnsanın bilinçdışı içeriklerini oluşturan kompleksler ve arketipleri konu alan bu anlatımlar, insanlığın ve medeniyetin devamlılığı için en önemli materyaller olabilirdi ve bu anlatımların içeriklerinin, yani bilinçdışı içeriklerin ego tarafından hazmedilip gerçekten kabul edilebilmesiyle mümkündü ‘bireyleşme’, yani psişik bütünlük ve sağlık. Bu, arkaik insanda da eksik olan bir durumdu modern insanda da çünkü arkaik insan tamamıyla irrasyonel bir tutumla bilinçdışı bir yaşam sürerken (bir nevi participation mystique, yani mistik katılım yaşamaktaydı, zira bilinçdışı tarafından yutulmuş ya da bilinçdışı içeriklerle özdeşleşmiş şekilde yaşıyordu) modern insansa diğer uçta yaşamayı maharet bilmiş, tamamıyla rasyonel bir yaşamı benimsemişti. Fakat her ikisi de bütünlüğü mümkün kılmıyordu -her ikisi de eksikti.
Buradan yola çıktığımızda, belki de diyebiliriz ki, her iki ucu da inceleyebilen bizler için artık orta yolu bulmak, iki dünyayı da kabul ederek arada bir köprü kurmak zamanıdır. ‘Ya o ya da bu’ yerine ‘hem o hem de bu’ tutumunu öğrenmenin vaktidir belki de. Bu yaşam ne sadece tanrılara (bilinçdışı içeriklere; arketiplere) ait ne de sadece egoya (bizlere) -bu yaşam hepimize ait ve onlar da gerçek bizler de. Öyleyse kapsayıcı bir yaklaşımla, iş birliği yaratacak bir yolda ilerlemenin vaktidir belki de. Çünkü bunu yapmazsak, büyük bir yıkım bizi bekliyor gibi görünüyor ve modern psikolojinin de uğraşısı tam da bu yönde aslında: Bilinçdışını tanımayan modern insanın deneyimlediği disosiyasyon ve disoryantasyon -ve sonucunda oluşan psikopatolojik pek çok durum. Fakat bu, sadece bireyi ilgilendiren bir sorunmuş gibi görünmemeli. Toplumların bireylerden oluştuğunu, bireylerin psikolojilerininse toplumun psikolojisini oluşturduğunu unutmamalıyız. Bu nedenle bilinçdışı psikolojisi (C. G. Jung’un II. Dünya Savaşı esnasında da dediği gibi) göz ardı edilmemeli, aksine, daha çok dikkate alınmalıdır. Psikolojinin amacı sadece dış dünyaya uyum sağlamak değil, aynı zamanda da iç dünya ile uyumlu ve samimi bir ilişki yaratmanın yollarını aramak olmalıdır. Bu arayışı yeni çağcı kişisel gelişim metotlarına kendi elleriyle teslim etmiş olan psikoloji eşrafının da belki kendi gölgesini sorgulamasının vaktidir. Özellikle de modern insanın psişesini araştıran ve insanı ‘tedavi’ etmeye çalışan biz bilim insanları, psikolog, terapist ve analizlerin artık sadece insanın ego tutumunun ve geçmişinin önemsendiği bakış açısından çıkarak psişenin aktif bir varlık olduğunu da hesaba katması, daha bütüncül, daha kapsayıcı ve teleolojik bir bakış açısını benimsemek için çabalaması yerinde olacaktır. Bu sayede, Carl Gustav Jung’dan yüz yıl sonra, bütüncül bir psikolojik bakışın yaygınlaşması belki de sınırlarına ulaşmış insan medeniyetinin devamlılığı adına bizlere bir umut verebilir. Bunun içinse daha çok bilinçdışı ve arketipler psikolojisi konuşmaya, rüya analizinin Jungiyen yaklaşımını daha iyi anlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Didem Çivici – Copyright ©2021
Jungiyen Analist @ C.G. Jung Institut Zürih
[1] Jung, C. G., Hull, R. F.C., Adler, Gerhard. “Collected Works of C.G. Jung, Volume 18: The Symbolic Life: Miscellaneous Writings”. Par.585
[2] Carl Gustav Jung. “Man and His Symbols”, p.94
[3] Carl Gustav Jung. “Anılar, Düşler, Düşünceler”, Can Yay., s.291.
[4] Carl Gustav Jung. “Anılar, Düşler, Düşünceler”, Can Yay., s.279.
[5] “Kırmızı Kitap: Liber Novus”
[6] Liber Novus, s. 97
[7] Liber Novus, s. 109’da bulunabilir. Buradaki çeviri İngilizce metinden Didem Çivici tarafından çevrilmiş halidirç
[8] Fritz Kunkel bir defasında şöyle demişti: “Asıl şeytan egodur.”
[9] “arkadan itkilenen” anlamına gelen Latince tıp terimi.
[10] Jung, C. G., Hull, R. F.C., Adler, Gerhard. “Collected Works of C.G. Jung, Volume 16: Practice of Psychotherapy”, par. 216.
[11] C.G. Jung Speaking: Interviews and Encounters. Ed., Wm. McGuire and R.F.C. Hull. Princeton, NJ: Princeton University Press, 1977, pp. 397.
[12] Carl Gustav Jung. “Anılar, Düşler, Düşünceler”, Can Yay., s.222.
Didem hanım sevgiyle selamlıyorum sizi…
İyi bayramlar dilerim.
Bu yazınızı da içim ferahlayarak okudum, düşündüğüm bazı şeyleri, sizin gibi birinden okumak, kendime inancımı artırıyor, çok sağ olun, elinize sağlık…. İnsan düşünceleri ile kendini çok yalnız hissedebiliyor, ama bunun nedenleri var diye hatırlamak bir iç ferahlığı getiriyor.
Çok sağ olun, hep yazın anlatın umarım…
Sağlıkla iyilikle kalın, Özlem
BeğenLiked by 1 kişi
Özlem Hanım…
Ben teşekkür ederim, zaman ayırıp da içinizden geçenleri paylaştığınız, bana ulaştığınız için. Bu gerçekten de çok kıymetli, nasıl anlatsam bilemiyorum ama insanın sesi yankı yaptığında şeyler, yazdıklarımız, varlığımız daha da değer buluyor, daha da canlanıyor ve kurdu kuşu besliyor.
Dualarınızı eksik etmeyin, birlikte keyifle halleşelim inşallah.
Sevgiler.
BeğenBeğen
maşallah
BeğenBeğen