Arketip… ne afili bir kelime. İnsanın aklına hemen Eski Yunan, Mezopotamya ya da Kuzey tanrı ve tanrıçaları geliyor fakat belki de gerçekten neyi konuştuğumuzun farkına değiliz: Baykuşuyla zeki Athena, mucitlerin en yakın dostu Hermes, tanrısal sarhoşluğun (kim bilir, belki de Hayyam’ı köşeye sıkıştırmış olan) mimarı Dyonisos tahtlarında oturmuş kahkahalarla bizi seyretmekte. Fakat öyle görünüyor ki, bu şaşkınlığımıza ve iş bilmezliğimize Loki’nin kıvrak zekâsı dahi yardımcı olamayacak, zira “imge”lerin ardındakini anlamadıkça, hazmetmedikçe (hazmı ne kadar mümkünse artık!) çocuklar gibi oynayıp duracağız bu isimlerle, hayatlarımızdaki etkilerine dair en ufak fikrimiz dahi olmadan.
Mitler, efsaneler, masallar ve içerdikleri arketipsel anlatımlar, arketip imgeleri de dahil olmak üzere, Psişe (özellikle büyük harfle yazıyorum -bireyin psişesini ve ortak psişeyi tanımlamak için) ve dinamikleriyle ilgili çok şey söylerler, deriz. Bu hikayelerin hepsi de primitif (ilksel) insanın hayatına büyük katkıda bulunuyordu fakat sorum şu: İçinde hala primitif insanı taşıyor olsa da modern insan dediğimiz, bilinçdışına sırtını dönüp bilinçli dünyanın gerekliliklerine (özellikle de bilimsel veri) önem veren bizlerin bu hikayelerden primitif insan kadar etkilenmesi ne kadar mümkün? Çünkü “Artık çocuk değiliz!”, yani modern insan, sadece dinin, tanrıların, mucizelerin, efsanelerin hüküm sürdüğü bir dünyayı kabul etmiyor ve bunun sonuçları oldu ve olacak. Bilinçdışı, mucizeler yaratır -siz onun yol ve yöntemlerini manipüle edecek araçları üretmediğiniz sürece! Fakat anti-tezimi de buraya bırakmalıyım: Bu manipülasyon araçlarını üreten gerçekten de bizler miyiz (ki bu sorunun kısmi bir cevabı belki bu yazının sonlarına doğru gelir) ve bu araçlar bize ne yapmaya çalışıyor? Ve belki de yine en büyük soru şu: Arketip nedir ve insana ne yapar?
Anladığım o ki, duygularına ya da düşüncelerine esir düşen biri varsa, işte orada bir tanrı (arketip) hüküm sürmekte. “Tanrı” dediğime bakmayın, kastım ilahi, yani insanı aşan güçlere sahip varlık. Söz konusu arketip olduğunda da yine bu aynı güçten bahsediyoruz: Cezbeden, baştan çıkaran, aklınızı başınızdan alan, ele geçiren ve en önemlisi de sizi eyleme zorlayan. Bu öyle bir güç ki, insanın kendisinden geldiğini zannettiği, kendine ait olduğunu sandığı ama aslında onun dışında (ve onun içinde) olan bir güç. Liber Novus’ta şöyle der Jung: “Düşünceler, sahibi olmadığınız doğal olaylardır ve anlamlarını kusursuz bir şekilde göremezsiniz. Düşünceler, içimde bir orman gibi büyür ve içinde birçok hayvan yaşar.” Düşüncelerimiz de duygularımız da bize ait değil gibiler. Ne acınası… ve ne muhteşem. “Super Me” filminden gelsin bir replik de: “Dehâlar… dünyayı değiştirecek şeyler icat ediyorlar ama gerçekten de onları icat edenler dâhiler mi? Tüm icatlar aslında birer keşiftir; o dünyada bir şey kazanıp bu dünyaya getirdiğinde bir şey keşfetmişsindir.” Peki tüm bu duygular ve düşünceler bizim dışımızdan bize oluyorlarsa (“Duygular bizim başımıza gelir.”) biz burada ne yapıyoruz, neden varız ve tüm bu curcuna ne için?
Arketip… bende olan ama benden olmayan, içimde ve dışımda aynı anda zuhur eden, istemsiz duygu ve düşüncelerimin sahibi. Ne zaman ki ona sahip olduğumu zannederim, o zaman o beni sahiplenmiş demektir; ne zaman ki ondan kurtulduğum yanılgısına düşerim, işte o zaman belki de en büyük gerçeği unutmuşum demektir. Arketip… fizik ve metafizik, gerçek ve gerçek-dışı; maddesel ve tinsel, bilimsel ve dinsel – o belki de konuşmamız gereken en büyük olgu (fenomen). O öyle bir olgu ki (“olgu” demekten başka nasıl tasvir ederim bilemiyorum), insanın kendisinin yarattığını sandığı belki de her şeyin arkasında (ve üstünde ve yanında ve altında). Analistimin bana her daim verdiği yegâne öğüttür bu: “Anlattığın şeyleri kendi yaratımın sanma kibrine karşı uyanık ol, Didem.” Peki yaratan ben değilsem, ben neyim ve nasıl bir şeye aracı oluyorum?
Bu soruyu soran ne ilk kişiyim ne de son kişi olacağım. İnsan denen varlık, kendi varlığını on binlerce yıldır sorguluyor ve ben de bu kervanın içerisinde ilerlemeye çalışan muhtemel bir zavallıyım. Sorduğum sorular hayatımı kolaylaştırmıyor, aksine, çoğu zaman nefes almayı zorlaştırıyor. Fakat fark ettiğim bir şey var: Ne zaman ki duyguları ve düşüncelerin önünden çekiliyorum, o zaman şeyler sanki daha rahatlıyor, hayat sanki daha rahat akıyor. Fakat bu “önlerinde durmama”nın elbette ikircikli sonuçları var: iyi ve kötü. Yine de diyorum, onların karşısında duramayacağımızı anladığımızda bir şey oluyor sanki… ve belki de onların ezici ve yıkıcı, yaratıcı ve yapılandırıcı güçleri karşısında hiçbir hükmümüz yoktur. Olamaz mı? Peki ya bu küllî iradenin karşısında benim özgür iradem… var mı ve ne için?
Sorular… sorular…
Didem Çivici – Copyright ©2021
Jungiyen Analist @ C.G. Jung Institut Zürih
🙂 ne güzel yazmışsın, zihnine sağlık
Zerrin Taşkıran
BeğenBeğen
Cok ilginc bir yazi.Hic bu yonden sorgulanmisti bu konu(okuduklarim arasinda)
BeğenLiked by 1 kişi
Sorgulanmamisti
BeğenBeğen
“Kaldır kendini aradan, görünsün seni yaratan” mı?
BeğenBeğen