“Duygularımız, hayvansı geçmişimizle,
yani gölgemizle aramızda köprü oluşturur.”
Robert Bly
Çoğu zaman neden ve nasıl belirdiklerini dahi anlayamadığımız duyguların, geçmişteki hikâyelerin şimdiye yansıması olduklarını düşünürüm. Duyguların izini sürdüğümdeyse geçmişteki bir anıya rastlar, çoğunlukla da rastladığım o anıyla şu anki durum arasında bir benzerlik keşfederim.
Belki de duygularla ilgili en iyi bildiğimiz şey, hissettiğimiz (özellikle nahoş) duyguların sorumlusunun başkaları olduğu. Naçizane fikrim o ki, duyguları nasıl karşılayacağımızı pek bilemiyoruz. Bilemediğimiz için de duygularla (öfkeyle, heyecanla, gerginlikle…) başa çıkmaya çalışıyoruz.
Duygularımızla başa çıkma taktiklerimizin başında yok saymak ya da bastırmak geliyor. Özellikle nahoş bulduğumuz duygular çıkageldiğinde içimize kapanıyor ve yüzümüzde bir gülümsemeyle hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyor ya da dalga geçerek durumu geçiştiriyoruz. Fakat bu stratejiler sadece günü kurtarıyor ve uzun vadede bu nahoş duygular bizi yoklamaya, hatta daha da güçlenmeye devam edebiliyor. Sonuç olarak hayatım nahoş duyguları hissetmemek adına suçlamak, yargılamak ya da durumlardan kaçmak üzerine kurulmaya başlıyor.
Çoğu kişi için duygular gereksiz, kafa karıştırıcı ya da belirsizdir. Duygusallaşmak dikkatimizi dağıtır, hedeflerimizden şaşırtır. Özellikle profesyonel alanda duygularımızla hareket ettiğimizde yargılanır ya da cezalandırılırız. Ne de olsa mantık, duygulardan daha önemlidir! Bir şekilde duyguların, sistemin işleyişini engelleyebileceği gibi bir inanç geliştirmişiz: “Duygu sadece kaos yaratır.” Aslında bu doğrudur. Fakat eksik bilgi şudur: Duyguların kendisi değil, ifade bulmayan ya da bastırılan duygular kaos yaratır.
Hissedilmeyen duygu büyümeye başlar, görülmeyen öfke köklenecektir.
Duygu da aynı gölge gibidir. Hatta duygularımızın, gölgelerimizin habercisi olduğunu düşünürüm. Gölge çalışmalarında duygularla karşılaşmamız çok olasıdır. Aslında duygular, bastırdığımız gölgelerin ya da yok etmeye, unutmaya çalıştığımız hikâyelerimizin rehberleridir ve duygunun olduğu yerde çok derin ve anlaşılmamış bir ihtiyaç yatar.
Duygular saf ve potansiyel güçtür ve duyguları olumlu ya da olumsuz olarak nitelendiremeyiz. Duygu vardır, o kadar. Bizim olumsuz dediğimiz duygular, aslında sadece hoşumuza gitmeyen duygulardır. Yani başka bir deyişle, içinde kalamadığımız, hissetmekten hoşlanmadığımız duygulara olumsuz etiketi yapıştırırız. Fakat ilginç olan odur ki, yeri geldiğinde olumlu duyguların içerisinde de nefes alamaz ve onları bastırmak zorunda olduğumuzu düşünürüz. Örneğin coşku, sevinç ya da zevk… Başkaları tarafından yargılanma, hor görülme ya da ayıplanma korkusuyla coşkumuzu, sevincimizi ve zevkimizi hissetmemeye çalışır, bastırırız. Çıka gelen duyguya “Git buradan!” deriz, aynı gölgelerimize yaptığımız gibi.
Eğer istersek duygu, bilinçdışımızı anlamak için en güçlü aracımız haline gelebilir. Bazen bir anda ruh halimizin değiştiğine tanık oluruz ama nedenini anlamayız. Canımız sıkılır. “Az önce mutluydum ama şimdi iç sıkışmasıyla baş etmeye çalışıyorum!”
Çoğu zaman nerede ya da nasıl tetiklendiğimize dair en ufak bir fikrimiz dahi yok. Bir koku duyuyoruz, bir ses işitiyoruz ya da birinin yüz ifadesini görüyoruz ve anında iki yaşındaki bir anımıza gidebiliyoruz. Bilinçaltında saklanan pek çok hikâyenin tetiklendiğini fark dahi etmiyoruz.
İnziva çalışmalarımızın birinde katılımcılardan biri bir çalışmanın tam ortasında salondan ayrıldı ve yarım saat sonra, ara verdiğimizde yanıma gelerek inzivadan gitmek istediğini söyledi. Önceki iki gün boyunca oldukça eğlendiğini ve süreçte heyecanla ilerlediğini düşündüğüm bu kadının neden bir anda gitmeye karar verdiğini gerçekten merak etmiştim. Sesi titriyordu ve kafası karışmış gibi görünüyordu. “Ne oldu?” diye sordum. “Bilmiyorum. Gerginim ve neden olduğunu bilmiyorum. Ne oldu anlamıyorum!” dedi. Onunla birlikte nefes almaya başladım. Ellerini tutmak için izin aldım ve birlikte birkaç dakika sessizce durduk. “Bana bedeninde ne olduğunu ne hissettiğini anlatabilir misin?” dedim. Önce gözlerini kapattı, sonra onlara daha önce anlattığım şekilde bedenindeki hisleri takip etmeye başladı. Bedenindeki gergin alanlara odaklanıp nefes almaya başladıktan bir süre sonra, “Annem!” diye bağırdı. “En son çalışmada kadınlardan birinin parfümü anneminkinin aynısıydı ve bu aynı kadın size ardı ardına sorular sormaya başladığıyla gerilmeye başladım. Kalbimin sıkıştığını fark etmem zaman aldı ve bunun o kadınla alakası olduğunu anlamadım bile! Dışarı çıkmak ve buradan gitmek istedim!” diyerek gözyaşlarına boğuldu. Bir süre onunla oradakaldıktan ve nefes aldıktan sonra “Şimdi nasıl hissediyorsun?” diye sordum. “Sanki bedenim bir anda boşaldı. Gözümün önünde sürekli o sahne…” Lise ikinci sınıfta evde doğum günü kutlaması yaparken annesinin evden çıkmadığı ve onu mutfağa çağırıp sorguya çektiği bir anıya gitmişti. Tüm eğlenceyi kaçırdığını, rezil olduğunu ve aynı zamanda da çocuk muamelesi gördüğünü düşünüp çok öfkelendiği ve üzüldüğü andı. O anıya gittiğinde hatırladığı en baskın duyu ise kokuydu: Annesinin parfümü.
Çalışma esnasında yaşadığı deneyim onu bu anıya gitmişti. Bana sorular soran kişiye annesini yansıtırken bana da kendi çocukluğunu yansıtmıştı ve bu durum da onun bir anda duygu patlaması yaşamasına neden olmuştu. Travmanın ani bir şekilde canlanmasıyla ne olduğunu anlayamamış ve duygusunun (gölgesinin) etkisinde kalmıştı.
Birkaç dakikalığına uyguladığımız küçük bir bağlantı çalışmasıyla birlikte duygularını takip ederek kendi iç gerçekliğiyle, yani hikâyesiyle buluşabildi ve bu anıyı sonraki çalışmalarımıza konu olarak getirdi.
Bu ve benzeri hikâyeler beni şu sonuca götürüyor: Çoğunlukla şu anda yaşamıyoruz. Bizler geçmişte yaşıyoruz, çünkü geçmişteki travmalarımız şimdiyi yönetiyor. Böylece yaptığım her seçim geçmiş hikâyelerimin birer sonucu haline geliyor ve bir bakıyorum ki hayatımın dizginleri bende değil, çocukluğumda. Öyleyse duygularımıza farkındalıkla ve açıklıkla, yargılamadan yaklaşabilir ve duygunun kaynağına ulaşabilirsek, geçmişte yaşanan travmalarımıza ışık tutabilir, geçmişin şimdiye yansıyışını da değiştirebiliriz.
Duygu, buzdağının görünen ucudur, suyun altında kalan kısım ise hikâyenin doğduğu ve büyüdüğü yer. Gemimle ilerlerken hiç farkına varmadan altımı bir buz kayasına çarpabilir ve batabilirim. Buna sebebiyet vermemek adına sadece suyun üzerini değil, suyun altını da araştırmam yerinde bir hareket olacaktır. Bu çok iş, çok zaman, çok emek demektir ve çoğumuza sıkıcı, gereksiz ya da bezdirici görünür. Ancak hayatımızda ilerlerken yolumuzu çepeçevre görebilmenin yolculuğumuzda bize netlik ve kolaylık sağlayacağı fikrindeyim.
Duygular da enerji gibi sürekli hareket eden ve akışta olan ifadelerdir. Fakat duygularla nasıl bağlantı kuracağımızı bilmediğimiz için, onlarla dans etmek yerine başa çıkmaya çalışıyor ve yorgun düşüyoruz. Duygularla temas kurmak, onlarla kalmak ve dönüşmelerine, yani ölmelerine izin vermek pratik isteyen bir süreç; pek çok farklı araçla kendimle bağlantı kurmayı yeniden ve yeniden sağladıkça, zamanla kendiliğinden gerçekleşmeye başlayan bir süreç. Bunun için öncelikle çocukluğumda toplumdan alamadığım koşulsuz mevcudiyet ihtiyacımı hatırlatıyorum kendime. Kendim için orada olmaya, koşulsuz mevcudiyeti kendime önce ben sunmaya başlıyorum. İşte burada asıl özgürlük başlıyor. Ben, “birileri beni anlasın” zihninden ayrışıp, beklentiyle dışarıya bağımlı olmak yerine kendime alan açabildiğimde bağımsız bir birey olmaya başlıyorum. Önce ben kendimi anlıyorum ve ihtiyaçlarıma önce ben kulak veriyorum.
Duygulara alan açmadığımızda, yani hissetmemeye çalıştığımızda ya da yok saydığımızda duyguların doğal döngüsü tıkanır. Aslında, doğum-ölüm-doğumdöngüsü tıkanır. Duygular doğar, ölür ve yeniden doğarlar; doğaları gereği birkaç saniyede bir değişirler. Eğer dikkatinizi duygularınıza getirirseniz, kısa süre içerisinde değiştiklerini görebilir, hatta bedeninizdeki hareketlerine tanık olabilirsiniz. Boğazınızda ağırlık yaratan bir duygu birkaç saniye içerisinde göğsünüze, sonra midenize doğru ilerleyebilir. Duyguların bedendeki hareketini gözlemlemek hayret vericidir.
Duyguların fark eden ve bırakmayı sağlayansa sağlıklı eril özdür. Duygular da dişil öz ya da gölgeler gibi görülmek ve bilinmek isterler. Duyguları hissetmekten sonraki aşama ise bu duyguları bırakmaktır. Duygularda sıkışıp kalmak ve onlarla özdeşleşmek, onları bastırmak ya da reddetmek duyguların dönüşmelerini engeller. Çevreme baktığımda duygularıyla mücadele eden ya da duygularına bağımlı yaşayan pek çok insan gözlemliyorum. Kötü hissetmek istemiyor, acıdan ve hüzünden kaçıyor ya da kedere ve acıya, coşkuya ve neşeye, mutluluğa ve iyihale bağımlı olabiliyoruz. Mutlu hissetmek için alışveriş yapıyor, sevgili değiştiriyor, çocuk doğuruyor, ev bark ediniyoruz. Kısacası duygularımız, yani gölgelerimiz ve hikâyelerimiz hayatımızı yönetiyor.
Didem Çivici – Copyright ©2018
“VAHŞİ KADIN’IN YOLCULUĞU: Kendinle ve Yaşamla Bağlantıya Geç!” kitabından alınmıştır >>> https://didemcivici.com/vahsi-kadinin-yolculugu-kendinle-ve-yasamla-baglantiya-gec/