Elsiz Kız Masalı: Hislerin Yitimi ve Ormanın Çağrısı

Robert A. Johnson’ın kitabından esinlenerek dile getireceğim bu yazı, kadının ve erkeğin dişil yanlarına dair hayati bir masalı kaynak alıyor. “The Handless Maiden” (Elsiz Kız) masalını Jungcu bir bakış açısıyla (ki Clarissa P. Estes de “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabında aynı masalı kendi bilgi ve sezgileriyle konu almıştır) anlatan Johnson, Estes’ten farklı olarak sadece kadının değil, erkeğin dişil ruhuna (Anima) da göndermeler yapmış. Ben de bu masalın Johnson yorumundan ilhamla, kendi deneyim ve gözlemlerimi de katarak bilgilendirici ve analitik bir yazı ortaya çıkarmaya çalıştım. Umarım okuyana ilham olur ve yolculuğuna kolaylık katar.

“ELSİZ KIZ”

Bir zamanlar bir köyde yaşayan bir değirmenci varmış. Bu adam çok çalışır, el değirmeninde öğüttüğü unu satarak hayatını kazanır, ailesine bakarmış. Değirmeni kendisinin ve bir de sahip olduğu tek hayvanının beden gücüyle çalıştırırmış. Bir gün şeytan çıka gelmiş ve “Bedeli karşılığında sana daha az güçle daha çok unu nasıl daha hızlı üretebileceğini gösteririm,” demiş. Değirmenci tabi ki heyecanlanmış. Kim daha az çalışarak daha çok üretmek istemez ki! Şeytan istediği şeyi göstermiş, değirmenci işaret ettiği yere bakmış ve eski bir kütük görmüş. İçinden “Neden olmasın?” demiş ve teklifini kabul etmiş. Şeytan hemen değirmeni su değirmenine çevirmiş ve sistemi yerleştirmiş. Değirmenci ürettiği unun miktarı karşısında şaşırmış, gözlerine inanamamış. Kısa sürede daha çok kazanmaya başlamışlar ve mutlulukları arttıkça artmış. Günler geçmiş fakat değirmenci kendi yoğunluğu içerisinde şeytana söz verdiği anlaşmayı unutmuş. Bir gün şeytan yeniden görünmüş ve verdiği şeyin karşılığını istemiş. Değirmenci eski kütüğün durduğu yere gitmiş fakat bir de ne görsün, kızının her gün oturduğu taburesi kütüğün hemen arkasında duruyormuş. Değirmenci o an anlamış ki şeytanın istediği kütük değil, kızıymış. Anlaşma gereği vermek zorunda olduğu kızını düşünmüş, diğer yanda da sahip olduğu zenginliği ve değirmenci sahip olduğu yeni değirmeninden vazgeçememiş. Fakat şeytanın istediği kız değil, kızın elleriymiş. Şeytan, oracıkta kızın ellerini kesmiş ve karanlığa karışmış. İlk başta kız şikâyet etmemiş, zira ellerine ihtiyacı yokmuş. Kazanılan parayla hizmetçiler tutulmuş, kızın her istediği önüne verilmiş.

Gelin masala burada ara verelim ve bize aslında ne anlattığını anlamak için biraz keşfe çıkalım…

 

Erkekte ve Kadında Hissetme Fonksiyonu (Feeling Function)

ROBERT A. JOHNSON, “The Fisher King and The Handless Maiden” (Balıkçı Kral ve Elsiz Kız) kitabında erkeğin ve kadının hissetme fonksiyonunda açılan yaraları nedeniyle hakiki ilişkiler kurmakta zorlandıklarına ve hisleriyle olan derin bağın yok olduğuna dikkat çeker. Peki nedir bu “hissetme fonksiyonu”?

Jung’un psikolojik bakış açılarından biri de “fonksiyonlar”dı ve bu fonksiyonlar psişenin işleyişine hizmet ediyorlardı. Jung’a göre insanın hissetme ve düşünme fonksiyonları kişinin karakterini yöneten başlıca fonksiyonlardı ve hangisi baskınsa diğeri çekinik rol oynuyordu. Örneğin bir kişi hayatını düşünme ile idame ettiriyorsa genelde hissetme fonksiyonu pasif/zayıf olabilir ya da hayatı hisleriyle kavrayan bir kişinin de düşünme fonksiyonu pasif olabilir. Bunu progresyon ve regresyon ile de değerlendirebileceğimizi düşünüyorum:

Aşırı progresif (ilerleyici/yapıcı/eylemsel/aktif) kişi genel olarak regresif (gerileyici/durağan/pasif) alandan uzak durmaya çalışırken aşırı regresif kişilerin de progresif alana geçişte zorlandıklarını görürüz. Bunun nedeni de kişilerin düşünme ve hissetme fonksiyonlarıyla bağlantılı olabilir, zira hissetme fonksiyonu baskın kişiler genelde regresif, düşünme fonksiyonu baskın kişilerse genelde progresif bir tavır gösterirler. Daha önce regresif/progresif alanda çokça cümle kurmamdan mütevellit  (bknz >>> https://didemcivici.com/2019/03/29/psisik-enerji-ve-dogasi/) düşünme-hissetme fonksiyonlarından devam ederek masalımıza ve asıl konumuza, yani hissetme fonksiyonuna geri döneceğim.

Hissetme fonksiyonumuz dişil özümüzle ilişkilidir. Bu, kadında Eros, erkekte ise Anima ile bağlantılıdır ve yapı itibarıyla kırılgan ve belirsizdir. Logos, düşünme, analiz etme ve ayrıştırma kapasitemizken Eros ise ilişki-bağlantı kurma, sevme, yaratma kapasitemizi sembolize eder.

Jung, “…kadındaki dişil değer bilinçtedir ve ona Eros deriz; erkekteki dişil değer ise bilinçdışındadır, o nedenle ona Anima (ruh) deriz,” diye açıklamıştır. Bu bilgiden yola çıkarak ve Johnson’ın hissetme fonksiyonunu ele alışını da kapsama alarak erkeğin ve kadının hissetme fonksiyonunun jeneratif, yani üretken/yaratıcı alanında, yani cinsel alanında aktif olduğunu da söyleyebiliriz. Johnson, özellikle “Elsiz Kız” ve daha sonra yine hakkında yazacağım “Balıkçı Kral” masallarında kadının ve erkeğin hissetme fonksiyonunda açılan yaraları ve bu yaraların tüm hayatımızı nasıl olumsuz ve hatta ölümcül şekilde etkilediğini yazmaktadır. “Elsiz Kız” masalındaki genç kız, hepimizin içindeki hissetme fonksiyonunu sembolize eder ve aslında Eski Yunan mitolojisinde de hissetme fonksiyonu yarasına Zeus’un kasığında rastlarız: Kıskanç karısı Hera’dan kurtarmaya çalıştığı, Semele’den olma oğlu Dionisos’u kasığını yararak içerisine koyar ve yarayı diker. Dionisos, “kadınsı-erkek” kişiliğiyle de bilinen üzüm ve şarap tanrısıdır ve bu “kadınsı” enerjisi erkekteki “hissetme fonksiyonu”na karşılık gelir.

Peki tüm insanlığı, kadını ve erkeği derinden etkileyen hissetme fonksiyonu yarası nedir, nasıl oluşur ve nelere sebebiyet verir? En önemlisi de bu yarayı nasıl iyileştirebiliriz?

 

“Şeytanla Pazarlık”

Masalımız bir değirmencinin, işini daha çabuklaştırıp daha çok para kazanmak için aletlerini yenilemeyi teklif eden şeytanla pazarlığı ile başlar. Elbette ki bunun bir bedeli vardır: Kızın elleri. Masalın farklı versiyonlarında şeytanın önce annenin ellerini istediği fakat annenin kurnazlıkla kendi kızını öne sürerek kurtulduğu da vardır. Bizim masalımızda şeytan doğrudan kızın ellerini ister ve istediğini de alır. Anlaşmanın sonunda kız elsiz kalır fakat ailesi onu öyle desteklemektedir ki ellere ihtiyacı dahi yoktur.

Johnson, kadındaki hissetme fonksiyonu yarasının “eller”de olduğunu söyler. Kadının elleri, temas etme ve ilişki kurma uzuvlarıdır ve aslında bir nevi hislerin bilinçteki karşılığıdır. Ve aslında masalda olan şudur:

Mekanik bir gelişim/daha çok para ve bilgi, genç feminenin (duyguların/Eros’un/sevme ve bağ kurma kapasitesinin) karşılığında satın alınır. Bu, modern hayatlarımızda her gün deneyimlediğimiz “kolay yoldan para ya da bilgi kazanma” hikayelerine karşılık gelir, ki asıl masalımız da tam olarak burada başlamaktadır.

Mantık (Logos/Animus/Düşünce) hisleri (Eros/Anima) kolaylıkla bastırabilir. Yüzyıllardır içerisinde olduğumuz “mantık çağı”, bize hisleri ve dişil olanı zayıf ve yetersiz görmeyi öğütlemiştir. Akıl (eril bilme yetisi), sezgilerden/hislerden (dişil bilme yetisi) üstün tutulmuştur ve bunu hem erkek hem de kadın yapmıştır ve yapmaya da devam etmektedir. Bizler mantık çağı insanları olarak günlerimizi pratiklik, kolaylık, çabukluk, kısa yolları kovalamak ve çabucak ilerlemek, çabucak büyümek ve hemen olgunlaşmak adına pek çok “pazarlık” yaparak geçirmekteyiz. Fakat tüm bu pazarlıklar her ne kadar sorunlarımızı çözüyor gibi görünse de çoğunlukla bilinçsiz olarak yaptığımız pazarlıklarla içimizdeki dişil özü, Eros’u, Anima’yı, yani ilişki ve duygu kapasitemizi katlettiğimizi göremiyoruz. Bizler hayati bir değerimizi, Anima’mızı, içimizdeki genç kızı her pratiklik, çabukluk ya da kısa yol arayışımızda aslında şeytana satıyoruz ve şeytanın en büyük besin kaynağının Eros, yani genç kızlarımız (yani hissetme fonksiyonumuz) olduğunu dahi bilmiyoruz. Şeytan, insanın en öz değerleriyle, yani his ve sezgileriyle, yani bilinçdışı kaynaklarıyla beslenir ve bu besinler karşılığında da bize çokça kolaylık sunar. Biz teknolojik olarak, bilimsel olarak ilerleriz ama hissetme fonksiyonumuz olan Anima ve Eros’umuzu bilinçdışına göndeririz ve bunu fark etmeyiz. İşte aslında bu masal da insanın en hayati hatalarından birine ışık tutuyor.

 

Hissetme Fonksiyonu Yarası, Anne Kompleksi ve Anne Arketipi

En eski masal olan Âdem ile Havva’nın hikayesinde yılanın (şeytanın) insanla pazarlığına tanık oluruz. Şeytan’ın verdiği bilgi (elma ağacına dair bilinç) erkeğe ve kadına yeni ve kullanılabilir bir yeti katar fakat karşılığında cennetten vazgeçmek zorunda kalırlar, saflıklarını yitirir, dünyaya “düşmek” zorunda kalırlar. Bu masal aslında bir hissetme fonksiyonu yarası hikayesidir. Darbe, cinsel alanlarına yani yaratıcı özlerine iner ve cinsellik doğal bir eylem olmaktan çıkarak “ayıp” bir nesneye dönüşür. O an itibarıyla artık “ben ve öteki” vardır. Eros’tan, hissetme kapasitesinden, ilişki ve sevme yetisinden yoksullaşan insan şeytanın kölesi olmaya başlar ve “öteki” ayrımı ile kendisini diğerinden ayırır. Bununla da kalmaz, o, her şeyi mekanikleşir, hayatı mantıkla anlamaya çalışır. Mantıkla ve düşünceyle tüm hayatı kavramak ise imkansızdır ve bunu yapmaya çalışan insanı mutsuzluk ya da depresyon bekler çünkü Eros (ya da hissetme kapasitesi), hayatın anlamını bize sunan cariye gibidir. Erkek, içindeki dişil öz (Anima) olmadan hayatla bağlantı ya da ilişki kuramaz, anlamsız eylemler içerisinde teknik bir yaşam kurar ve bu yaşam ona hayat getirmez. Aslında şeytanla yapılan bu pazarlık her ne kadar mantıklı ve en iyi yol gibi görünse de karşılığında vazgeçtiğimiz değerlerimiz aslında bizim içten içe ölmemize ve şeytana köle olmamıza neden olur. Kısacası kolaya kaçmak bizi merkezimizden, dişil özümüzden yaralar ve hissetme fonksiyonumuzu parçalar.

Aslında insan psişesindeki bu ikilemin kaynağı büyük bir içsel soruna ışık tutmaktadır: Anne kompleksine.

Johnson, anne kompleksini şöyle açıklar:

“Anne kompleksi, psikolojimizin erken yıllara (çocukluğa) dönerek adapte olmayı ve her şeyi karşılayan anne tarafından her daim gözetilmeyi bekleyen regresif yanımızdır. Anne kompleksi, bilincin regresyonu (geri çekilmesi) sonucunda karşılığında hiçbir şey vermeden çok şey alma sanatını anlatır.”

Bu, aslında anne arketipiyle de alakalıdır. Anne, doğanın bolluğunu yansıtır. Fakat bu bolluğu elde etmek için insanın bir şeylerden vazgeçmesi (zaman/güç/enerji) gerekir. Doğada emeksiz kazanç yoktur. Oysaki anne kompleksimiz bunun tam tersine sürükler bizi: “Ağlıyorum bana meme ver!” deriz. Bu kompleks nedeniyle en az eforla en çok parayı kazanmak isteriz ve bu gerçekleşmediğindeyse ya kendimizden ya başkalarından veya hayatın adaletinden şüphe duyarız! Aslında tek olan şudur: Anne kompleksinin ağına düşmüşüzdür! Hayatın belirsizliğini, doğallığını, değişkenliğini, yani aslında gerçek olanı kucaklamak yerine ideal bir hayatın hayalini kurarken hayatın kendisini, şu anı kaçırırız! Daha iyi standartlar yaratmak uğruna bizi seven insanları, sevdiklerimizle birlikte paylaşabileceğimiz her güzelliği para ve “daha iyi ve pratik” bir yaşam yaratmak uğruna şeytana satarız! Oysaki anne arketipi bize şunu söyler:

“Şimdi ne varsa onu kucakla; sevdiğini, sevgini kucakla. Bereketim seninledir.”

Biz, Yüce Anne’ye yüzümüzü döndüğümüzde sevgi ve bolluk kapımızı çalacaktır. Fakat maalesef Logos/Animus/eril gölgelerimiz buna izin vermemek için elinden geleni yapar ve Eros’u, Anima’yı yok sayar, aptalca bulur ya da ellerini keser. Bize asıl huzur ve mutluluğu getirecek olan içimizdeki ve dışımızdaki kadını kalpten kucaklamaktır aslında.

 

Hissetme Yarası – İlişki Yarası

Hissetme fonksiyonu, kişinin ilişki kurma kapasitesiyle (Eros) doğrudan ilişkilidir. Hissetmek, bağlantı kurmanın ve derinleşmenin temelidir. Bizler çoğunlukla derin ilişkiler, samimi bağlantılar ve sevgi dolu birliktelikler istiyoruz ama ilişki kurmayı bilmiyoruz. Bunun asıl nedeni ise hissetme fonksiyonumuzun yaralı olması gibi görünüyor ve bu yara iyileşmediği sürece ya da en azından bu yaramızın farkına varmadığımız sürece (zira farkına varmak iyileşme sürecini de beraberinde getirir) sahte ilişkiler içerisinde sadece zaman geçiriyoruz. Daha da kötüsü, bu zaman geçirmenin en büyük şeytani pazarlık olduğunu dahi görmüyoruz. İlişki kurmaktan, samimiyetten muaf cinsel birliktelikler kadının da erkeğin de kendi dişil yanlarına ihanetiyken çoğumuz tek gecelik ilişkilerle kendi içimizdeki kızların ellerini kesiyoruz ve bundan bi’ haberiz. Anima’nın, hissetme fonksiyonunun, Eros’un satıldığı her seçimin büyük bir bedeli olduğunu da çok geç fark ediyoruz.

Modern çağ insanları olarak bizler her gün kendimize şu soruları soruyoruz:

Bir güne ne kadar iş sıkıştırabilirim?
Az ödeyerek nasıl daha fazlasını elde edebilirim?
Daha az çalışarak nasıl daha çok kazanabilirim?
İlişkimde daha az vererek nasıl daha fazlasını alabilirim?
Eşimle daha az zaman geçirerek ve kendime daha çok zaman ayırarak onu nasıl mutlu edebilirim?

Bu soruları her sorduğumuzda şeytanla anlaşıyor ve içimizdeki kızın ellerini kesiyoruz. Keyiften, bedenimizden, doğadan, his ve sezgilerimizden, sevgiden, bağlantı kurmaktan, ilişkimizden vazgeçtiğimiz her an kendi dişil yanımızı gömüyoruz. Fakat onu gömmek elbette ki onun yok olmasını sağlamıyor, aksine onun agresif şekilde güçlenmesine ve öç almak için hazırlanmasına neden oluyor.

Biz bu şeytani pazarlıkların farkında değiliz, sorun da burada. Johnson, “Pazarlık yapmakta sorun yok, yeter ki neyi feda ettiğimizin farkında olalım ve bilgi/para karşılığında hislerimizden, sevgiden, Eros’tan, kadından, yani bizim için değerli olandan vazgeçtiğimizi görebilelim,” der. Bu pazarlık, erkeğin kendi Anima’sını, kadınınsa kendi Eros’unu satmasıdır ve bunu erkekte Logos (erkekteki eril öz), kadında ise Animus (kadındaki eril öz) yapar. Sonuçta her ikisi de dişil yanından mahrum kalır ve geriye donuk, depresif, mutsuz ya da hissiz bireyler kalır. Anima ya da Eros’tan yoksunluk, yalnızlık duygusunu da beraberinde getirir ve kişi hiçbir şeyden zevk almamaya başlar, hayata karşı hevesini yitirir. Bu da “değersizlik” duygusunu pekiştirir. Sonuç olarak dışarıdaki hiçbir başarı kişiyi tatmin edemez. Kişi istediği kadar para kazansın, başarı elde etsin, eğer dişil yanıyla (Eros/Anima) bağlantısı yoksa tatmin olamaz.

Bazen de erkek bunu hem kendi içindeki kadına hem de dışarıdaki kadına (karısına ya da kızına) yapar. Babalığı yerine getiremeyen, kızıyla ilişki kuramayan bir erkek kızını elsizler diyarına gönderir; eşinin ellerini keser. Aslında erkek kendi hissetme kapasitesini yok etmeye çalışır, dolayısıyla da “hayatının anlamı” yiter. Çünkü genç kız, hayatın anlamını sembolize eder. O, dünya üzerinde yeşermekte olan son tohumdur.

Johnson, “Erkeğin dişil yanını yaralamak onun tüm his/sezgi dünyasını ve değerlilik duygusunu yaralar,” der. Erkeğin hayati değerlerini koruyan kişi onun Anima’sıdır ama bunu çoğu erkek bilmez. Erkek, şeytanla bilinçsiz bir anlaşmaya girer ve bu sayede öz değerlerini satar. Fakat daha önce de dediğim gibi Anima bundan hoşlanmaz ve kendi gücünü geri kazanmak için eninde sonunda geri döner.

 

Kişisel Gelişim Hapları: Yeni Çağ Çalışmaları

Ne yazık ki bu “çabucak ilerleme” isteğimizi sadece maddi alanda deneyimlemiyoruz. Kişisel gelişim adına verilen neredeyse tüm çalışmaların altında “3 Günde Aydınlanın!” tadında reklamlar yatıyor. Oysaki psikolojik olarak hemen kazanılmaya çalışılan olgunluk da bir nevi şeytanla pazarlık ve elbette ki büyük bir bedeli var.

Jung, bireyleşmenin (olgunlaşma) orta yaştan önce nadiren başlayabileceğini ve çoğunlukla da bir insan hayatında tamamlanamayacağını söylemişti. Bunun önemli bir nedeni vardır: Kişinin olgunlaşabilmesi için karanlığa, bilinçdışının en derin mahzenlerine inmesi gerekir ve bunun içinse emek, çok pratik ve en önemlisi de zaman gerekir.İnsan (genelde) 35-40 yaşlarına dek (bazen de 45-50 yaşlarına dek) ego gelişimi gösterir ve egonun gelişmesi bireyleşme sürecinde çok önemlidir. Güçlü olmayan egoya sahip kişi, hayatının ikinci yarısında onu bekleyen “aşağı iniş”e (bilinçdışına yolculuk) geçemez. Geçtiğini sanabilir ama çoğunlukla bu sadece illüzyondur. Gerçekten “aşağıya” inmekte olduğumuzu Jung analizinde rüyalarla anlayabiliyoruz ve açıkçası bundan başka sağaltıcı ve güvenilir bir yöntem de henüz bilmiyorum. Burada kişisel gelişim gurularını ya da yöntemlerini eleştirmekten kendimi alı koyacağım fakat tek ifade etmek istediğim şey, pek çok yöntemin illüzyona neden olabildiği ve en önemlisi de kişi hazır olmadan aşağı inmenin insan psişesinde büyük yaralar açabileceği. Kısacası olgunlaşma/bireyleşme zaman alır ve bir ya da birkaç senede tamamlanabilecek bir yolculuk değildir. Kısa yoldan inişlerin ise genelde ödenen bedeli ağır depresyon, nevroz ya da psikozdur ve ne yazık ki bu bedeli her zaman dişil öz öder!

Velhasıl, anlaşmalar her daim bilinçli yapılmalıdır. Peki bu ne demek?

Anlaşmalarımın (kişisel gelişim yolculukları, para kazandıran anlaşmalar, hayat tarzı değişiklikleri, ilişki yerine seçilen maddi yollar…) sorumluluklarını almak, anlaşmalarımın getirdiği sonuçlardan dolayı başkalarını suçlamamak ve kendi seçimlerimin olası sonuçlarını hesap etmek!

Masala ve bize iletisine geri dönersek…

“Elsiz Kız”daki baba, kadının hayatındaki gerçek babası, eşi, otorite ya da kendi Animus’u ike erkekteyse yine kendi babası, otorite ya da psişesinde bulunan gölgeleridir. Bu nedenle kadının Animus ile bağlantı kurması, erkeğin ise gölgelerini Anima’dan ayırt edebilmesi çok önemlidir. Erkek, gölge ile Anima seslerini ayırt edemediğinde kendi içindeki fırtına içerisinde kaybolur.

Anima, erkeğin “vahşi öz”üdür aslında. Kadının ellerinin kesilmesi, vahşi özünün dünya ile bağlantısının da yitirilmesidir. Eller kesildiğinde vahşi öz uykuya geçer. Aynı “Bebek Evi”ndeki Nora gibi. O, babasının kızıdır ve evlendiğinde ise kocasının eşi olur. O’nun çalışması ya da kendini kanıtlaması veya toplum içerisinde bir yer (ego) kazanması gerekmez ya da gerçek bağlantı kurması yerine oyuncak bir bebek olması idealdir! O’nun “eller”e ihtiyacı yoktur. “Bebek Evi”ndeki Nora bir zaman sonra “uyanır” ve evden ayrılır. O’nun kendisini, özünü keşfetmeye ihtiyacı vardır.

 

MASALIN DEVAMI…

Ailesinin sunduğu refah içerisinde günlerini geçiren genç kız günün birinde evinden ayrılıp ormana gitmeye karar vermiş. Saatlerce, günlerce yürümüş ormanın içerisinde ve sonunda bahçeye rastlamış. Bu bahçe bir Kral’a aitmiş. Genç kız, bahçenin içerisinde bir armut ağacı görmüş ve üzeri armutlarla dolu olan ağaçtan her gün bir armut yemiş hayatta kalmak için. Fakat bahçıvan her gün bir armudun eksildiğini fark etmiş ve Kral’a haber vermiş. Kral, armutlarını kimin çaldığını kendi gözleriyle görmek için çalılıkların arasına saklanmış ve beklemeye başlamış. Genç kızın ağaca yaklaşıp da elleri olmaksızın armutlardan yemeye çalıştığını gördüğündeyse hem kalbinde büyük bir acı hem de büyük bir aşk hissetmiş…

Masalın geri kalanını masalın içerisindeki sembolleri keşfederken anlatmaya devam etmeyi tercih ediyorum. Bakalım masalımız yaranın şifasını nasıl sunacak?

 

Dişil Armağan: Sezgi

Elleri kesilen dişil öz, bir şeylerin ters gittiğini bilir ve bunun için bir şey yapmak zorundadır. Dişil Olan’ın ilacı ise doğada, ormanda yatmaktadır. Masalımızdaki genç kız ellerinden yoksun olarak ormana gider ve sessizlik içerisinde “bekler”. Peki neyi bekler?

Ormana (bilinçdışı sembolü/Dişil Olan’ın evi) giden kız sessizlik ve durağanlık içerisinde yeteri kadar uzun süre beklediğinde çözüm/şifa/ilaç kendiliğinden ve aslında sezgileriyle gelir: Genç kız, Kral’ın Bahçesi’ni bulur.

Kral, Benlik sembolüdür ve Kral’ın Bahçesi ise “öz”ün (Benlik) yaşadığı yerdir. Fakat burada karşımıza Animus olarak çıkacaktır… hatta belki de “Benlik” kılığına girmiş bir Animus!

Genç kızın başına gelen tüm zorluklar onu bu bahçeye ve Kral’a getirmiş gibi görünse de aslında onu buraya getiren iç sesidir, vahşi çağrıdır. Bu çağrıyı duyabilmesinin nedeni ise ormana girişi ve “yeteri kadar uzun süre” kendisiyle kalabilmesidir. Ve sonunda kendisini şifalandıracak büyük bir sembolle karşılaşır: Armut. Armut, dişil semboldür ve Meryem Ana ile ilişkilendirilir; anne kompleksinin dönüşümü için önemli bir eylemi bize sunar: Beslenme. Genç kız, Anne tarafından beslendikçe güç kazanır ve dişil yanı görünür olmaya başlar ve sonunda Kral tarafından görülür ve Kral bu genç kıza âşık olur.

Kral, âşık olduğu bu genç kızla evlenmek ister ve kızımız elbette ki bu evliliği kabul etmek ister ama elsiz bir kraliçenin olamayacağını söyleyerek önce teklifini geri çevirir. Fakat Kral, genç kıza yeni eller verebileceğini söyler ve en yetenekli zanaatkarlarına bir çift gümüşten el yaptırır. Bu eller her ne kadar belli şekilde “işe” yarasalar da sonuçta sahtedirler! Gümüş ne de olsa metaldir, yani “eril öz” içerir ve soğuktur, Eros’tan yoksundur; Gümüş eller gerçek ve sıcak bir bağlantıya/ilişkiye izin vermezler. Genç kız aslında evliliğe ve gümüş ellere evet diyerek bu sefer kendisi şeytanla pazarlık yapmış olur.

Zaman geçer, Kraliçe’nin bir oğlu olur ama oğlunu hissedemez, onunla ilgilenemez. Kral, “Canını sıkma, hizmetçilerimiz var ya!” der. Fakat Kraliçe bir şeylerin yanlış olduğunu içten içe bilmektedir ve bebeğini yanına alarak yeniden ormana gider. Bu sefer göz yaşları da onu yalnız bırakmaz ve Kraliçe durmaksızın ağlamaya başlar.

Kadın, ağlamalıdır. Tuz ve suda ruha ait bir şeyler vardır. Tuz, “Merkür”ün sembolüdür ve simyâda Merkür dönüşümün sembolüdür. Bireyleşme sürecinde dönüşüm yas ile, göz yaşlarıyla birlikte gelir. Acı, hissedilmelidir; göz yaşları dökülmelidir. Ve unutulmamalıdır ki Kral, her ne kadar koruyucu ve ilgili görünse de kızın babasından daha az tehlikeli değildir! Çoğu kadının, eşinin (Kral’ın) sunduğu armağanlarla başı döner ve kendi vahşi özlerinden, Eros’larından ve en öz değerlerinden vazgeçerler. Sonuç olarak “kocalarının eşleri” olur, alışık oldukları “babasının kızı” modelini bilinçsizce devam ettirirler. Bunun içinse illa ki Nora gibi ev hanımı olmak ve kocalarının eşleri olmak zorunda da değillerdir. Eşinden daha erkek olmaya çalışan Artemis kadınlarının çoğu “anneye ve babaya direnç” ile kendi Eros’larından vazgeçer ve aslında yine aynı tuzağa düşerler!

 

Erkeğin Yolculuğu: Anima ile Buluşmak

Bir erkeğin de içindeki Kraliçe’nin (Anima’nın) elleri kesik olabilir ve içindeki Kral (baba/otorite…) ona gümüş eller verebilir. Bu erkek, eril otoritenin söylediği her şeyi yapar; gümüş elleri takar ve her şey yolunda gibi davranır. Sistem ondan ne istiyorsa ona itaat edecektir. Karşılığında elbette ki bir şeyler alır: Bir ev, bir araba, belki bankada biraz para ve sosyal bir çevre. Fakat bunların karşılığında içindeki Kraliçe’yi, yani hissetme fonksiyonunu kaybettiğini çoğu kez anlamaz. O, hislerini ve sezgilerini, hayati değerlerini, sevme ve ilişki kurma kapasitesini şeytana satar ve karşılığında para ve yüzeysel, günübirlik ilişkiler satın alır. Böyle bir erkek nezaketi, kadınlara iyi davranmayı ve onları mutlu etmeyi çok iyi bilir; yıldönümlerini hatırlar, kadınlara sürprizler yapar. O, para kazanmanın yollarını, sistemin işleyişini gayet iyi öğrenmiş olabilir; elindeki işi büyütmek için çalışır ve zamanının çoğunu işine yatırır. Fakat bu erkek gerçek anlamda mutlu değildir. Çünkü gerçek ilişkilerden uzaktır! Bir erkek, hayatının bir noktasında (eğer şanslıysa!) hayatı boyunca sahte olduğunu, sahte ilişkilerle çevrelendiğini ve gerçek hisleriyle hareket edip insanlara gerçek hislerini ifade etmemiş olduğunu ve hayatının çoğunun bu yüzeysellikle geçtiğini fark ettiğinde bu ne kadar büyük bir hüzün kaynağıdır! Bu erkeğin sunduğu tüm sevgi sahtedir; kalpten ve derinden değildir. O, gerçek ilişkileri nasıl kuracağını dahi bilmiyordur çünkü kendi içindeki kadının elleri kesiktir! O, o kesik ellerin yerine konulan gümüş ellerle hayatını geçirmeyi öğrenmiştir! Ve bunu ya annesinden (annesi de gümüş elli bir genç kız olarak hayata başlamış olabilir) ya da babasından (baskın Logos bir babanın dişil öze baskıcı ve kontrolcü yaklaşımı nedeniyle) öğrenmiş olabilir. Sonuç olarak tüm bu yüzleşme bir erkek için çok geçerli bir orta yaş krizi nedenidir!

Bir erkek, Anima’nın ellerinin kesik olduğunu fark ettiğinde yapması gereken bir kadınınkiyle aynıdır: Ormana gitmelidir; kendi bilinçdışına bilinçli bir yolculuğa çıkmalıdır ve sessizlik içerisinde yeteri kadar uzun süre kalarak kendi içindeki dişil gücünü bulmalıdır, yani vahşi özünü.

 

Orman’ın Büyüsü

Bilinçdışının karanlık ormanına girmek tehlikeli ama bir o kadar da gereklidir. “Orada hiçbir şey olmayacaktır,” der Johnson, ve bu hiçbir şey olmama halinin bize asıl ihtiyacımız olan ilacı getirdiğini söyler. Bizler, hayatlarımızda sürekli “bir şeyler” olmasını bekleriz. Oysaki orman bize aksini söyler: HİÇBİR ŞEY olmuyorken aslında başka bir şey ola gelir: Dönüşüm. Bu hiçliğin içerisinde sessizlikle nefes alabilmek belki de en güç şeydir, fakat gereklidir. Durağanlık, psişik enerjinin yeniden kazanılmasını sağlar. Bilinçdışının karanlık ormanında Logos’un ya da Animus’un eylem ve yapma dürtüleriyle hayatta kalamazsınız. Orada başka bir şeye ihtiyaç vardır: İçsel dinginlik ve pasiflik. Çünkü orası Dişil Olan’ın evidir ve sükûnet altın sayılır.Ormanda yapılacak tek şey “yeteri kadar uzun süre” durmak ve ağlamaktır. Bu, eril zihin için anlamsız ya da gereksiz görünebilir fakat yas (ağlamak) ve sessizlik ormanın da (bilinçdışı) yenilenmesini sağlar. İyileştirici sükûnet ve göz yaşı ruhun (Dişil Olan) yenilenmesini sağlar.

Masalımızın sonunda, ormanda bebeğiyle dolaşan Kraliçe, bebeğini yıkamak için nehre girer fakat nehir öyle hızlı akmaktadır ki oğlu akıntıya kapılır. Kraliçe panik olur ve “Hizmetçiler!” diye bağırsa da kimsenin yardıma koşamayacağını anlar. Telaş ve korkuyla suyun içerisine girer ve oğlunu kurtarır. Kurtarılan sadece oğlu değildir. Zira o anda başka bir mucize gerçekleşir: Gümüş ellerini suya sokan Kraliçe’nin elleri kendi ellerine dönüşür. Bu mucizenin nedeni oğluna olan sevgisi ve adanmışlığı mıdır, yeteri kadar uzun süre beklemesi, acıları ve göz yaşları mıdır yoksa suyun azizliği midir bilemiyoruz ancak kadının kendi iç bilgeliğini, vahşi özünü dinlemesinin onu mucizelere yaklaştıracağını söyleyebiliriz sanırım.

Son olarak, ormana ve günümüze dair birkaç ifadede bulunmak isterim.

Ormana girmek sembolik bir anlatımdır ve illa ki gerçek bir ormana ya da inzivaya çekilmek demek değildir. Evet, bazen bu da gereklidir, fakat bilinçli bir tutumla mevcut düzenimiz içerisinde alternatif yollar yaratmak da mümkündür. “Ormana giriş illa ki ilişkiyi ya da evliliği de sonlandırmak değildir,” der Johnson. Aslında ormana girmek, özellikle de günümüzde, bilinçdışının dinamiklerini keşfetme yolculuğudur ve bunu güvenli ve nitelikli şekilde yapmak da bu yolculuğun gerçekleştirilmesini sağlayacaktır. Jung analizi, nitelikli bir psikolojik destek ya da rüyalarla derinleşmek bilinçdışına, ormana girmemizi mümkün kılan yollardan sadece bir kaçıdır. Önemli olan, ormana girmek ve yeteri kadar uzun süre orada kalmaktır. Bu sayede, aynı Kraliçe gibi, kadın da erkek de kendi vahşi özlerinin, Dişil Olan’ın rehberliğiyle hayatı olduğu gibi ve sevgiyle kucaklayabileceklerdir.

 

Ve yine de hatırlamakta fayda var:

Hepimizin buluşacağı yer o orman.
Fakat bazılarımız o ormanı keşfetmek için hazırlığını yapıp ormana girerken…
Bazılarımız ormanın karanlığını ve çalıların sıklığını görünce geri dönecek,
Bazılarımız ormanın hemen yanındaki otlakta oynayıp onu orman sanacak,
Bazılarımız şehrin nimetlerini tercih edecek,
Bazılarımızsa ormanın şarkısını asla duyamayacak.

 

Didem Çivici – Copyright ©2019

Görsel: Handless Maiden – Jel Ena

Elsiz Kız Masalı: Hislerin Yitimi ve Ormanın Çağrısı” üzerine 4 yorum

  1. Elsiz kızı bir kez daha, sizin yorumunuzla okumak, yeteri kadar sürenin dolmasını beklediğim günlerde şifa destekçisi oldu. Yüreğinize sağlık..sevgiler

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s