Analitik Psikoloji, psişeye saf doğa olarak bakar. Psişe, bilinçli ve bilinçsiz alanda süregelen dinamiklerin toplamıdır, denir. Bu, bizi insan ruhuna, bedenine ve tinine bütünlüklü bakmaya sevk eder: Ruh-beden-tin üçlemi birleşir ve yek bir varlığa dönüşür.
Bu varlık, sadece kendi dış dünyasıyla (sosyal ve toplumsal boyut) ilişkili değil, aynı zamanda kendi iç dünyasıyla ve bedensel, ekolojik, kültürel ve tarihsel boyutlarla da ilişkilidir. Yani, insanın psişik yapısını ele almaya kalktığımızda ne bedeni dışarıda bırakabiliriz ne de doğayı.
Doğa sadece maddeden oluşmaz, tine de sahiptir, der Jung. Simyacı için maddenin ruhu vardı. Taoist, her şeyin saf chi olduğunu bilir. Yirminci yüzyıl bilimi, maddenin, enerjinin sadece bir ifadesi olduğunu kanıtladı. Peki ne oldu da maddenin psişik enerji (libido) ifadesi olduğunu unuttuk ve “maddeci” (materyalist) bir ırka dönüştük?
Materyalist tutum, insanın “her şeye sahip olabileceği” yanılgısını da beraberinde getirir. Bu, sadece eşyalara sahip olmakla değil aynı zamanda da bedenine ve başka bedenlere de sahip olmayı içerir. Bu maddeye sahip olma arzusuyla birlikte enerji ve dikkat dış dünyada yoğunlaşır ve iç dünyadan çekilir. Haliyle içgüdüler ve duygularla olan bağlantı zayıflar -hatta modern insanı düşünürsek, içgüdü ve duyguların alt edilebileceği düşüncesi üretilir. Fakat bu, ruhu, tini ve bedeni, yani psişeyi zedeler. Çünkü ortaya tek yanlı bir tutum çıkmıştır ve kişi, iç dünyanın zenginliğiyle bağlantısını dahi kuramamaktadır. Haliyle psişenin bilinçdışında kalan alan bilinçli şekilde yaşanamadığından ve hatta (bilinçsizce) bastırıldığından dolayı bedensel, ruhsal, tinsel (ve zihinsel) dengesizlik oluşur. Bu dengesizlik, “uçlara gitme” (aşırılık) ve bağımlılıklarla gözlemlenebilir. Bu uçlara gitme halinin genelde mümessili egonun arzuları ve doğrularıdır. Fakat bu arzu ve doğruların köklerinin bilinçdışına uzandığı da unutulmamalıdır: Komplekslerin yarattığı duygulardan kaçmak ya da o duygulara tutunmak, egonun genelde bilinçsizce takip ettiği yoldur. Sonuç olarak da aslında ego bilinçsizce bilinçdışının yönetimine tabi olur. Baskın ego dahi aslında bilinçdışına yenik düşmüş zayıf bir egodur: Kendi kararlarını bağımsızca aldığını zannederken aslında bilincinde olmadığı komplekslerin yapılanmasına maruz kalır ve kendince yönlendiğini zanneder. Bu da uzun vadede egoyu (bilinci) zedeleyecek bilinçdışı taşkınlarına neden olabilir çünkü psişe her daim bütünlenmeyi arayacaktır: Egonun tek yanlı tutumunu dengeleyecek bilinçdışı bir tutumu destekler. Bu da özellikle psişeyle (doğayla) bağlantısını yitirmiş modern insanla ilgili şu ilgi çekici durumu gözler önüne serer:
Modern insan, aldığı pek çok kararda artık psişeye (doğaya, rüyalara, bilinçdışına) danışmamaktadır. Bilinçdışının farkında dahi olmayan ego, bilinçdışından yükselen her şeyi kontrol etmeye çalışırken aslında kendi kuyusunu kazdığını bilmez. Psişenin bütünü, özellikle de egonun farkında olmadığı bilinçdışı alanı (Doğa’nın ta kendisi!) insanın kurtuluşu olabilir -peki bunun ne kadar farkındayız?
Jung şöyle der: “Batı’da bizler fazla disipline, organize ve rasyonel hale gelmiş durumdayız. Diğer yandan, bilinçsiz kişiliğimizin bastırılmasına izin vermiş durumdayız ve primitif insanın medeniyetini anlamaktan çok uzağız. Bilim ve teknolojide daha başarılı oldukça, icatlarımızı ve keşiflerimizi kullanma biçimlerimiz de daha şeytani oldu.”[1]
Bu ifadeler bana “Elsiz Kız” masalını anımsatıyor. Eller, hissetme kapasitesiyle ve yaşam enerjisiyle ilişkilendirilir. Masalda babanın daha kolay para kazanma pahasına kızının ellerini şeytana vermesini, modern insanın az çalışıp çok kazanma (para ve bilgi) arzusu karşısında aslında kaybettiğinden, feda ettiğinden haberdar olmadığı psişik enerjisi ile ilişkilendiririz. Bu masalın analizini kaleme aldığım “ELSİZ KIZ: HİSLERİN YİTİMİ VE ORMANIN ÇAĞRISI” makalesini okumanızı tavsiye ederim. Tam da bu noktada Jung’un başka bir cümlesi zihnimde tınlıyor: “Rasyonellik, yaşam enerjimiz pahasına elde edildi.”Düşünme fonksiyonuna ve dışadönük tutuma önem veren modern insan, hissetme ve sezgi fonksiyonlarıyla içedönük tutumu aşağı görerek rasyonelliği irrasyonelliğe tercih etmiştir. Fakat rasyonel ve irrasyonel birlikte var olduğunda sağlık (health; hialto; bütünlük) olasıdır.
Aslında belki de Jung’un vardığı sonuç şuydu: Evrimimizin sınırına ulaştık ve daha fazla bilinç gelişimine yönelmek yerine ne olduğumuzu anlamaya doğru yönelene kadar da daha ileri gidemeyeceğiz.
On dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın tamamı, psikoloji alanında nevrozun kökenlerinin araştırılması ve nevroza çözüm üretilmesi alanında pek çok girişime sahne oldu. Fakat fikrim o ki, Jung’un bütüncül bakış açısının ötesine henüz kimse geçemedi. Jung, nevrozun birincil nedeninin insanın tek yanlı tutum geliştirmesi olduğunu, bunun da Doğa’dan kopması nedeniyle, yani kendi psişesini reddetmesi nedeniyle ortaya çıktığını savundu:
“Medeni insan, güdüler dünyasıyla bağlantısını tamamıyla kaybetme tehlikesinde -ki bu tehlike, tamamıyla insan yapımı çevrede yaşıyor olmasıyla daha da artıyor. Bu güdü kaybı, modern kültürün patolojik durumundan büyük ölçüde sorumludur.”[2]
Henüz Jung’un nevroz konusunda getirdiği açıklamanın daha ötesine geçebildiğimizi düşünmüyorum. Hatta onun dikkat çektiği tehlikeyi de henüz anlayabildiğimizi sanmıyorum. Eğer anlayabilmiş olsaydık psikolojik danışmanlık odalarında insanları sadece normalleştirmeye ve topluma adapte etmeye çalışmak yerine insanların psişenin yapısını öğrenmeleri için onları teşvik etmeye (eğitmeye) ve bireyleşmelerini desteklemeye çalışıyor olurduk. Bunu yapabilmek de psişe bilimcileri ve araştırmacıları olarak en başta bizlerin insan psişesini, haliyle de doğa bilimlerini, mit ve efsaneleri, insan bedeninin inceliklerini ve işleyişini, sadece insanlık tarihini değil, tarih boyunca doğanın gelişimini bütünlüklü şekilde öğrenmemizi gerektirir; sadece istatistik verilerle değil, psişenin sunduğu “biricik” sembolleri okuyabilmeyi ve en önemlisi de kendi bilinçdışımızla derinlikli şekilde yüzleşebilmiş olmayı gerektirir.
Didem Çivici – Copyright ©2020
[1](JS, p. 397)
[2](CW 18, par. 1494-5)