(1. BÖLÜM >>> https://didemcivici.com/2019/12/01/jungun-ruya-yaklasimi-1/)
Freud’a göre rüya, açığa çıkarılması gereken psişik içeriklerin üzerini kapatıyor, şekillerini değiştiriyordu (örneğin, rüya “yürüyen bir sopa” getirebilir ve bu “penis” demektir). Jung bu görüşü reddetti. Jung’un düşüncesine göre rüya hiçbir şeyi örtülemiyordu, aksine, saf doğayı yansıtıyordu. Rüyayı ilk bakışta anlayamamamızın nedeni, No.1 (ego-bilinci) ve No. 2 (bilinçdışı) arazındaki zıtlığa dayanıyordu. “İşte bu nedenle rüyanın sadece göstermek istediği şey olduğunu anlamak zorundayız -ne daha fazlası ne de daha azı.”[1] Kişi -gayet anlaşılır şekilde-, rüyanın anlaşılmaz bir dille konuşuyor olmasını can sıkıcı bulabilir -özellikle de tehlike uyarılarının kavranamaz şekilde ifade bulduğu yerleri, zira bu gibi durumlarda kişi genelde talihsizlik meydana geldikten sonra bu uyarıyı anlar. Bunun bu şekilde olmasının nedeni, Freud’un tahmin ettiği gibi, rüyanın kişiyle doğrudan iletişim kurmadığı “sansür” durumuna bağlı değildir, aksine, ego-bilincimize ait güçlü parlaklığın rüya dünyasını “karartma” etkisine bağlıdır -bu, aynı, odanın ışığını açtığınızda ortada duran mum ışığını zar zor seçebilmeye benzer. Bilinçdışının vaziyeti düşünce ve görüntüleri çok daha aşağı bir gerilim seviyesinde tutar ve bu sayede bu düşünce ve görüntüler netliklerini ve farklılıklarını kaybederler ve aralarındaki bağlantılar çok daha tutarsız görünür –sadece “anlaşılmaz benzerlikler” olarak. Ne mantığımıza uyarlar ne de zamana ve dünyaya ait ölçeklere. Bu nedenle de “bir rüya kesin bir düşünce yaratamaz. Bunu yapmaya başladığı anda bir rüya olmaktan çıkar çünkü bilincin eşiğinden geçmiş demektir.”[2] Rüya, kendisine “ait” olmayan fakat doğası gereği saf doğaya ait olan -ki yoğunlaştırılmış dikkat fonksiyonlarıyla bilinen ego-bilincimizin de bu doğadan doğduğu ve ondan uzaklaştığı bilinir- bir nevi “spirit”i (tin) sembolize eder. Rüya, az ya da çok şekilde birbirinden ayrılmış bilinç fonksiyonlarını kendi kökleriyle yeniden bir araya getirme ve dolayısıyla da bilinçli egomuzun çok fazla özerk (otonom) olmasını ve böylece, içgüdülerden tamamıyla kopmasını engelleme çabasıdır -ki bu da rüyaları anlamak için gereken çabanın gerçek amacıdır. Bu anlayış kazanılırsa, işte o zaman bilinçdışının rüya etkinliği bilinç üzerinde canlandırıcı ve yaratıcı şekilde ilham verici bir etkiye sahip olmaya başlar ve bu etki, psikolojik zekânın ve sağlığın gelişmesine ön ayak olur.
Jung’un rüya görüşü ve rüyaları anlama tarzı, ona derin bir içsel değişim getiren deniz feneri rüyasından sonra aldığı bir karara dayanır. Bu rüyayı gördüğünde, No. 1 (ego-bilinci= ile özdeşleşmeye ve ona uygun olarak hayatını devam ettirmeye, fakat No.2’yi (bilinçdışı) unutmamaya ve ona arkasını dönmemeye karar verdi -ki o vakitler çoğu kişi bunun tam tersini yapıyordu. “Her daim çalıştım…” diye yazıyor Jung, “…içeriden bana ulaşmak isteyen her şey için alan açmaya çalıştım.” No. 2’yi yok saymak, kendini yok etmek ve kendine tecavüz etmek olurdu ve Jung’un kendi rüyalarının kaynağını açıklama olasılığını ondan çalardı, ki Jung, bu rüyalarda yüksek bir bilincin çalışmakta olduğunu hissediyordu. Fakat çok sayıda “aydınlanmış” zamane erkek ve kadınları kendi No.2’lerinden kopmuşlardı. Sonuç olarak da yeni bir farkındalığa ve hayatlarındaki No.2’nin etkisiyle doğan kabule doğru giden geri dönüş yollarını bulmak için nevroza katlanmak zorunda kalmışlardı -ki bu geri dönüş yolu bilinçdışıyla ya da onun bilgeliğiyle özdeşleşmek için değil, onunla diyalogda kalmak için yapılmalıydı.
Sonra gelen bir gözlem Jung’a rüyaların, bilinçle dengeleyici bir ilişkisi olduğunu gösterdi. Başka bir deyişle rüyalar, aşağı yukarı biyolojik süreçlerinde yaptığı gibi, bilinç yerleşiminin tek-taraflılığını dengelerler ya da kişinin bütünlüğünde eksik olan şeyi tedarik ederler. Bu bağlamda incelendiğinde rüyalar, bireyin psişik bütünlüğünün içinde bulunan kendi kendine dengeleyici süreç ifadesidirler ve bu süreç içerisinde bilinçdışı, bilinçle tamamlayıcı (fizikte kullanıldığı şekilde) bir ilişki geliştiriyor gibi görünmektedir.[3] Hayat süreci için çok gerekli olan bilinç ve bilinçdışı içeriklerinin değişmeyen ve istikrarlı iş birliği, transandant (aşkın) işlevine dayanır, ki bu işlev, bilinçdışının sembol-geliştirme ögesidir; bilinç ve bilinçdışını birlikte tutmayı amaçlayan bir eğilim gösterir. Ego-bilincimiz yalnızca, şimdiki zamanın koşullarına uyumlanmaya odaklanmaya meyillidir. Bu nedenle de uyuma uygun olmayan bilinçsiz materyali saklar veya görmezden gelir, ya da bilinçsiz içeriklerin bilince gelecek enerji yükleri azdır veya bilinçli olmaya henüz “hazır” değillerdir. Bu yoğunlaşma aracılığıyla ego, güdüsel bütünlükle bağdaşmayan tek-taraflılığı kolaylıkla bırakabilir. Tek-taraflı tutumdan yeni, daha bütün bir tutuma geçişi organik olarak mümkün kılan şey, sembol-geliştiren tin (spirit) olan transandant işlevidir. Bu işlev, yaşamın yeni olasılıklarını sembolik olarak çizerek büyümenin yolunu açar. Rüya hiçbir zaman bilinen bir şeyi göstermez; her zaman ego-bilincimiz tarafından henüz yakalanmamış olan karmaşık bilgiyi gösterir; bilinçli şekilde henüz sahip olmadığımız bir anlamı işaret eder.
İşte bu nedenle, bilinçdışı ile yoğun iletişim kurmak -psişenin regule edici/düzenleyici sistemi böyle yoğun bir temas kurulduğunda bilince çıkacağı için- sadece zihinsel olarak hasta olan için değil, herkes için faydalı olabilir ve yaratıcı yetenekler durumunda ise bu temas genellikle kaçınılmazdır ve çoğunlukla da göz önüne çıkar, aynı Jung’un durumunda olduğu gibi.
Rüya fenomeninin Jungiyen tercüme şekli pek çok çevre tarafından yanlış anlaşılmıştır. Benim fikrime göre bunun nedeni, bilinçdışının kutupları arasında yer alan ve güç algılanan orta noktada durmasından dolayıdır; spirit (tin) ve madde, nesnel seviye/öznel seviye, nedensel-indirgeme/sonuca-ileriye yönelik tercüme, vs. Bazı eleştirmenler Jung’un, bilinçdışından çok uzak bir yerde durduğundan sitem ederken diğerleriyse bilinçdışına çok fazla değer verdiğinden yakınırlar. Fakat Jung’un rüyalara bakışının bana eşsiz şekilde önemli görünmesinin nedeni asıl bu güç kavranan orta noktada duruyor olmasıdır. Bu, psişeyi zıtlıkların yer aldığı yaşayan bir sistem olarak ele almamızı ve bunu tek-taraflı bir yaklaşımla entelektüel olarak mahvetmeden yapabilmemizi mümkün kılar ve böylece de kapı, her daim derinleşen içsel deneyim serüvenine açık kalır.
Kısa süre öncesine kadar farklı bilim okulları arasında süregiden ortalık karıştırıcı tartışmaların nesnesi olan şey artık dünyayı içine alan bir sorun haline geldi. Halüsinojenik maddeleri savunanlar tek-taraflı bir şekilde bilinçdışına gereğinden fazla önem vermenin içerisinde kaybolmuş durumdalar ve politik ve rasyonel olarak pozisyon alan hareketler ve topluluklarsa dünyayı sadece bilinçli sosyolojik tedbirlerle kurtarmayı ummaktalar. Şimdiye dek bu ayrılık belki de insanların Jung’u, tekrardan ve tekrardan araştırılması gereken bir hayat-veren orta yol savunucusu olarak dinleyecekleri bir noktaya dek derinleşmiştir.
Kişi, her iki bakış açısının da savunucularına baktığında bilinçdışının, bilinçli tutumun tek-taraflılığıyla birlikte karşı bir duruşa nasıl da zorlandığını ve bunun ne kadar tehlikeli olabileceğini görebilir. Madde kullananlar sıklıkla, bilinçdışının içerisinde daha fazla ilerlemelerini (bad trip!) engellemek için korku ve kaygı dolu rüyalar ve vizyonlarla sarsılırlar. Politik ve sosyolojik şekilde konumlanmış olan reformcuların rüyalarıysa genellikle entelektüelliklerini, ego şişkinliklerini ve hisleriyle ilgili eksikliği eleştirir ve ayıplar.
Marie L. Von Franz, “C. G. Jung: His Myth in Our Time”
(Chapter IV: Mirror-Symmetry and the Polarity of the Psyche)
Çeviri: Didem Çivici
[1]Two Essays, CW 7, par. 162.
[2]C.G. Jung, Man and His Symbols, p. 64.
[3]C.G. Jung, “The Transcendent Function”, CW 8, pp. 137-139.