Analitik Psikoloji Okulu’nun kurucusu Carl Gustav Jung’un din ve inancı ele alışı, din adamları başta olmak üzere çağdaşı pek çok bilim insanı ve araştırmacının, daha sonra da okuyucularının ve psikoloji öğrencilerinin akıllarını oldukça karıştırmıştır. Pek çok kesim tarafından anlaşılamamış ya da farklı algılanmış, sonuç olarak çoğu kişi tarafından “dini bayağılaştırdığı” ya da “bilime dini karıştırdığı” öne sürülmüştür.
Jung’un dine bakışı ve kendi psikolojisinde (Analitik Psikoloji) dine nasıl yer verdiği, hatta Jungiyen analistlerin din ile ilişkileri aslında tam bir merak konusu olmakla birlikte bence oldukça keyifli, analitik ve derinlikli bir tartışma konusudur da. Kendi görüşlerimi aralara serpiştirmeye niyet ediyor olsam da (aşağıdaki maddelerde italikle yazılmış ifadeler bana ait olacaktır) bir süre önce karşıma çıkan kısa bir makalede Jung’un dinî deneyim ve inanç üzerine fikir ve yaklaşımlarını bir araya getiren Amy Trumpeter’in nokta atışlarını paylaşmayı borç bilirim:
Jung’a göre…
- Tüm insanlarda dini bir içgüdü yaşamaktadır. Bu, insanın gücünü aşan bir şey ya da kimseyle olan bir ilişkiye doğru olan doğal bir çabadır. Din, Jung’un psikolojisinde bilinç ve bilinçdışını, ego ile Benlik’i, kul ile Tanrı’yı bir araya getiren bir nevi “mediatör”, yani aracıdır. Bu, basit ve sıradan bir şey değildir. Jung, dini toplulukların inanç geleneklerinin, ritüel ve törenlerinin insanın bireyleşmesi sürecinde önemli ve gerekli olduğunun da tekrar tekrar altını çizmiştir.[1]Din, insanı kendinden daha yüce bir varoluşa bağlar.
- Jung’un, dinin evrenselliğine olan kanaati onu, dini kolektif bilinçdışının bir ifadesi olarak görmeye sevk etti. Dinî pratik de dinî deneyim de kendi kaynaklarını kolektif bilinçdışından almaktaydılar. Dinî deneyim numinozdur (“numinous”; Rudolf Otto’nun 19. yüzyılda “ilahi olanla temas sonucunda oluşan etki; ilahi temas” için kullandığı ifade[2]) ve kendisini rüyalar ve vizyonlar aracılığıyla açığa çıkarır. Dinî pratikler (ritüeller ve dogmalar), insanları böylesi bir doğrudan numinoz deneyimin (Tanrıyla karşılaşmanın) yıkıcı etkisinden korumak için gereklidir.
- Jung, dinin irrasyonelliği hakkında da konuşmuştu. O, modern insanın, rasyonel düşünme ve teknolojinin gücüne karşı dine yakın bir inanca sahip olduğunun üzerinde duruyordu. Jung’a göre, dinin irrasyonel olması nedeniyle onu saf dışı bırakmak bir hataydı. Bu konu, Jung’un üzerine eğildiği konulardan biriydi.[3] Dinin irrasyonelliğini aşağı gören bilimsel bakış ve popülerleşen ateist yaklaşımların sonucunda insanın kendi ruhunu kaybettiğini öne sürmüştü.
- Bireyleşme süreci, Jung’un psikolojisinin merkezini oluşturuyordu. Bireyleşme, yaşamın ikinci yarısında gerçekleşir (Aslında bu anlatım, Jung’un kendisi tarafından da farklı şekillerde ifade edilmişti. Bireyleşmenin ne zaman gerçekleştiği ile ilgili Jungiyen analistler arasındaki genel kanı, bireyleşmenin doğum ile başladığına yöneliktir) fakat öyle olsa dahi, herkese uygun değildir. Yaşamın ilk yarısında birey, toplum içerisinde kendini var etmeye çalışır (iş, barınak ve aile sağlayarak) ve bu dönem, Ego’nun (yani Kahraman’ın) dönemidir. Fakat birey, kendi gücünü dünyaya kanıtlayıp çiftleştikten (çocuklar) sonra “kahraman”ın ölümü gerçekleşir ve bu ölüm, yaşamın dönüm noktasıdır. Ego, iktidar koltuğunu bırakır ve yaşamın ikinci yarısı başlar. “Başarılı” ve “meşgul” kişiler genelde yaşamın ikinci yarısının bu medeniyetini göz ardı eder ya da atlarlar. Fakat Jung, bireyleşme sürecini dinî bir temelle ele almaktadır. Ona göre bireyleşme sürecinde kişinin maskeleri düşer, böylece hakiki benlik ortaya çıkar. Benlik (the Self) dediğimiz psişik oluşum, insan psişesinin merkezinde bulunduğunu, ayrıca da psişenin tamamını kapsadığını var saydığımız bütünlük (wholeness) arketipidir. Benlik asla tam anlamıyla kavranamaz -aynı Tanrı gibi. İnsan hayatının amacı, ego ile Benlik arasında uyumlu bir ilişki kurmayı sağlamaktır ve bireyleşme süreci de bu ilişkinin yapılandırılması yolculuğudur.
- Bireyleşme süreci sayesinde Benlik’in keşfi, bizi doğal olarak Jung’un Tanrı anlayışına götürür. Jung, ancak egodan çok daha yüksek bir otoritenin kabul edilmesi sayesinde seksüalite, güç istemi ve dünyanın diğer tüm dürtülerinden tam olarak sıyrılmasının mümkün olabileceğini düşünüyordu (Açıkçası buraya kendimce bir not düşmeyi uygun görüyorum, zira bu cümleden şu çıkarılabilir: “cinsellik, güç ve dünyevi her şey kötüdür”. Trumpeter’ın bu ifadelerini şöyle genişletmeliyim: kendinden, yani egodan, daha yüksek bir otoriteyi -ki buna Benlik diyoruz- kabul etmemek bireyi narsistik bir yapıda bırakır, yani kişi kendisini tanrı zannetmeye başlar, ki sanıyorum günümüz dünyası buna pek çok örnek sunmaktadır. Ayrıca, sadece narsistik yapı meydana gelmesi değildir sorun. Göze çok da görünmeyen büyük sorun, bilinçdışı içeriklerinin kurbanı olan gelişmemiş ego sahibi olmaktır -ya da o egonun size sahip olmasıdır! Çünkü kendinden daha büyük olanı kabul etmeyen her kişi -yani kişi egosu- kendini eninde sonunda tanrı olarak görür). Bir Tanrı olmadan insan başka bir şeyden (seks, güç ya da mantıktan) bir tanrı yaratacaktır. Jung şöyle der: “…ruh (soul), kendi içinde Tanrı ile ilişkiden doğan kuvveti barındırıyor olmalıdır, yani bir benzerliği. Aksi halde bir bağlantı asla mümkün olmazdı. Bu benzerliğin psikolojik şekilde ifadesi Tanrı-imgesinin arketipidir.” (Psikoloji ve Simya)
- Daha genel bir tanımla: Din, asla bilimle yer değiştiremez çünkü din, arketiplerin dilini sunmaktadır. Bilincin içerisindeki derin motiflenme (“patterning”; örüntü), yan, arketipler, ancak mitolojik dil ve dini sembolizm içerisinde ifade bulabilir. Kaldı ki semboller, Otto’nun numinozunun mysterium tremendum et fascinans etkilerine sahiptir: akıl almaz bir korku/ürperti ve kendinden geçirme. “Mysterium” olarak numinoz, “tamamıyla öteki”dir ve saklıdır, “tremendum” olarak numinoz, korku ve ürperti yaratan yaratıcı bir güçtür, “fascinans” olarak numinoz ise aklı başından alan, kendinden geçiren ve büyüleyendir. “Bir araya getirme, birleştirme” anlamına gelen sembol, Jung’un ifadesiyle, aşkın işleve sahip, anlamlı, arketipsel anlatımlardır ve birey, semboller aracılığıyla dönüşüm süreçlerinden (ör. ergenlik ve orta yaş gibi kriz dönemleri) daha kolay şekilde geçebilir. Sembol, bireyi geliştirebildiği gibi çatışmaları (ör. bilinç ve bilinçdışı arasındaki) çözme niteliğine de sahiptir. Jung, sembollerin aşkın işlevleri sayesinde zıtlıkların (iyi-kötü / bilinç-bilinçdışı / persona-gölge / ego-Benlik gibi) ortasında durabileceğimizi ve gölge/bilinçdışı entegrasyonunu daha kolay sağlayabileceğimizi öne sürmüştü. Sembol ile ilgili son olarak Jung’un şu ifadesini iliştirmeliyim: “Sembol, psişeyi iyileştirmek için doğal olarak, kendiliğinden ortaya çıkar.”
- Jung’un, kötülük anlayışı hakkında söyleyeceği çok şey vardı. O, Kilise’nin privato boni -iyinin yokluğu olarak kötülük- doktriniyle ilgili oldukça eleştireldi. Kendi babasının dini kriziyle baş etmeye çalışmasından da bekleneceği üzere, Jung bizi olduğumuzdan daha iyi olmaya çalışmamız konusunda uyarır. O der ki: Zoraki iyi olmaya çalışmayın, bilinçli olmaya çalışın. Koruyamayacağınız idealler üzerinden yaşamayın, dengeyi koruyabilecek tek şey olan içsel merkezden (yani Benlik) yaşayın hayatı. İyi olmaya çalışmak ve kendi karanlığını yok saymak, içimizde yaşayan ve varlığını yadsıdığımız kötülüğün kurbanı olmak demektir. Jung’un deyişiyle “gölge”, kişiliğin karanlık, istenmeyen ve korkulan yanıdır. Reddedilen özellikler, yok sayıldıkları için öylece kaybolup gitmezler. Onlar bizim içimizde ikinci bir kişilik olarak yaşamaya devam ederler –“gölge” olarak. Gölge kişilik, bireyin yaşanmamış hayatı olarak da düşünülebilir. Şeytan, insan psişesinin bastırılmış yanlarından oluşan bir kişiliktir. Jung, gölgeyi tanrısallık içerisinde ele almak istemişti. Eğer Tanrı’nın bütünlüğünden bahsetmek istiyorduysak, Jung’a göre teslis (“Trinity”; Hristiyanlıktaki üçleme: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh), Quaternite’ye (“Quaternity”; Dörtleme) dönüşmek durumundaydı.
- İsa Mesih, Benlik’in bir sembolüydü. Jung, “kusursuz” bir İsa’yı anlamsız bulmuştu. İsa mükemmel idiyse, o zaman “bütün” değildi demek ki. Bütün ya da kutsal olmak için bireyin kendi kişiliğinin gölge yanını entegre etmesi (sindirmesi, hazmetmesi; bu terim özellikle bilinçdışı materyalin ego tarafından hazmı için kullanılır ve bireyleşme -bütünleşme- için gereklidir. “Entegrasyon”, bilinçdışı içeriğin fark edilmesi demek değildir; bilinçdışı içerik fark edildikten sonra onunla “ilişki kurabilmek” anlamına gelir) gerekir. Eğer içerideki anti-Christ (İsa’nın karşıt kavramına, yani şeytana verilen isim) kabul edilmezse dışarıda zarar verici bir formda vuku bulacaktır. Ki bu, “projeksiyon” dediğimiz psişik dinamiktir. Bilinçdışı her içerik yansıtılır.
- Jung, yaşayan her yaratığın içindeki en derin itkinin kendini tamamlama/bütünleme olduğuna inanmıştır. Din ise bu bütünlenmenin sağlanabilmesi için olmazsa olmazdı. Ona göre din, gerçek akıl sağlığı için gerekliydi.
NOT: Aşağıda bulabileceğiniz dipnotlardaki tavsiye kaynakların dışında konuya dair özellikle şu üç kitap, meraklısını heyecanlandıracaktır:
Abdülkerim Bahadır – Jung ve Din
Anthony Stevens – Jung
Gerhard Wehr – Carl Gustav Jung
Didem Çivici – Copyright ©2021
[1] Özellikle CW (Toplanmış Eserleri) 5 “Dönüşüm Sembolleri”, CW 7 “Two Essays on Analytical Psychology”, CW 8 “The Structure and Dynamics of Psyche”, CW 9i “The Archetypes and the Collective Uncvonscious”, CW 9 ii “Aion”, CW 10 “Civilization in Transition”, CW 11 “Psychology and Religion: West and East”, CW 12 “Psikoloji ve Din”. Ayrıca Mircea Eliade, “Sacred and Profane” özellikle tavsiye edilir.
[2] Bu konuda okura iki Türkçe kaynak tavsiyem var: Rudolf Otto, “Kutsala Dair”, Altıkırkbeş; Fetullah Kalın, “Rudolf Otto’da Din, Kutsallık ve Mistik Tecrübe”, Ötüken.
[3] Bknz. Özellikle “The Man in Search of A Soul” ve “Anılar, Düşler, Düşünceler”.
Çok bilgilendirici ve önemli bir aktarım olmuş, teşekkürler…
BeğenBeğen
Emeğinize sağlık dolu dolu bir yazı olmuş. Jungtan öğreneceğimiz çok şey olmakla betaber daha önemlisi sanırım Anadolu Jung’unu var etmek olacak. Çocuk toplumdan ergen topluma gectiğimizi varsaydığım bugünlerde daha fazla öteleyemeyeceğimiz bir ihtiyac… Düşünmeden edemiyorum. Ego yerine nefs, birey yerine fert kelimelerini koysak (Anadolu tasavvufundaki ferdiyet fikri de dahil) bu yol haritası nasıl güncellenirdi acaba ? Yahut beynin üç farklı bölgesi için farklı din anlayışları , arketipler var olabilir mi ? Bilimin keşifleri ve Anadolunun kadim mirası Jung psikolojisiyle birlikte düşünüldüğünde neler mümkün olabilir ? Yazı için teşekkürler
BeğenBeğen
Paylaşımınız ve geri bildirimleriniz için teşekkürler.
İnsanlığın şu an ergenlik dönemine geçişte olduğu Jungiyen çevrelerde de konuşuluyor. Jung’un Aion’da (CW9ii) özellikle üzerinde durduğu Kova Çağı tam da bu sürecin nasıl karakteristik özelliklerle yaşamaya başlayacağını anlatıyor diye düşünüyorum.
Jung’un bilince getirmeye çabaladığı her şeyin bizim topraklarımızda nasıl yansımaları olduğunu yavaş yavaş gündeme getiren araştırmacılar var sanıyorum. Nefsi “Benlik” ile ilişkilendiren ve “bireyleşme” yerine “ferdileşme”yi tartışan ilahiyatçı ve psikologlar da olduğunu sanıyorum. Bu kavramlar önümüzdeki günlerde daha çok konuşulacak gibi görünüyor.
Arketipler ve nörolojinin ilişkisi ise uzun senelerdir Jungiyen çevrede araştırılan bir konu. Bu konuda danıştığım ve her semi nerine katılmaya çalıştığım değerli bir isim de Dr. Renate Daniel’dir. Üzücü olan, bu araştırmaların henüz Türkiye’de yapılmıyor olması ve makalelerin ve bulguların dilimize çevrilmemiş olması. Umuyorum önümüzdeki yıllar buna da gebedir.
İfadeleriniz ve ufuk açıcı sorularınız için ben teşekkür ederim. Sorularınızı şahsıma değil, tamamıyla hayata sorulan sorular olarak aldım, affınıza sığınırım. Naçizane bende uyandırdıklarını paylaştım.
BeğenLiked by 1 kişi
Tam da öyle hocam. Benim için bir nevi müjde mahiyetinde olan cevaplarınız için de ayrıca teşekkür ederim.
BeğenLiked by 1 kişi
Ne demek…
BeğenBeğen