“Teknolojik bir çağda, işin soyut doğası, çalışanı memnuniyetsiz bırakır. Memnuniyetsizlik, insanları başka bir yerde telafi aramaya ikna eder. Telkine açıklık ise, bu bu memnuniyetsizliğe müdahil olan insanların sayısıyla doğru orantılı olarak artar. Kitlesel akli dengesizlik epidemik boyutlara ulaşabilir. Merkezin kaybolması ise küçük sosyal üniteleri doğurur. Her insan kendi toprak parçasına sahip olmalıdır, ki bu sayede içgüdüler yeniden hayat kazanabilsinler. Toprak sahibi olmak psikolojik olarak önemlidir ve bunun yerine geçebilecek başka bir şey yoktur. Bizler, primat olduğumuzu ve psişemizdeki bu primitif (ilksel) katmanları göz önünde bulundurmak zorunda olduğumuzu unutmaya devam ediyoruz. Çiftçi, bu katmanlara hala yakın yaşamaktadır. Toprağı işlerken çok dar bir radyan (yarıçap) içerisinde hareket eder fakat kendi toprağı üzerinde yapar bunu. Endüstriyel işçi ise zavallı, köksüz bir yaratıktır ve ödülü ise gerçek değil, soyuttur aslında. Eski zamanlarda, zanaatkarlık arttığında, insan kendi emeğinin meyvesini görerek tatmin oluyordu. Kendi işinin içerisinde kendi ifadesini bulabiliyordu. Fakat artık durum böyle değildir. Artık insan, her şeyden önce, bitmiş olan ürünün sadece küçük bir parçasından sorumlu ve ikinci olaraksa bu ürün satılıyor, yok oluyor ve insanın bu ürünün geleceğinde başka bir paya sahip olmuyor. Psikolojik ödülü yetersiz olduğu için de çalışan, iş veren ve “kapitalizm” karşısında isyan ediyor.
Hepimizin psişe için besine ihtiyacı vardır. Bu besini ise bir parça çayır ya da çiçeklenen bir ağacın olmadığı şehir konutlarında bulamayız. Doğayla ilişki kurmaya ihtiyacımız var. Ben bizzat bir şehir amalesiyim fakat kendi patateslerimi yetiştirmekten büyük bir haz alıyorum. İnsanlar, Tanrı’nın Krallığı’nı kendi ruhları yerine dışarıda aramaya meyillidir. Fakat bireyleşme sadece yukarı doğru değil, aynı zamanda aşağı doğru gerçekleşen bir süreçtir. Fakat medenileşme potansiyelimiz bizi yanlış yola yönlendirdi. Bir arabası olan Amerikalı bir çalışan kendini fakir sanıyor çünkü patronunun iki ya da üç arabası var. Bu, maddesel mülkiyet için gösterilen anlamsız uğraşının semptomundan başka bir şey değildir.
Yine de, kendimizi etrafımızdaki nesnelere yansıtmaya ihtiyaç duyarız. Kişiliğim bedenimle sınırlı değildir. Varlığım, yarattığım şeylerin ve etrafımdaki şeylerin içerisine doğru yayılır. Bu şeyler olmaksızın sadece kendim olurdum, insan olmazdım -sadece bir insansı maymun ya da primat olurdum. Etrafımı çevreleyen her şey benim bir parçamdır ve tam da bu nedenle kiralık bir dairede yaşamak bir felakettir. Kiralık bir daire, kişisel ifade için çok az olasılık sunar. Tek tip haline getirilmiş (standart) bir muhitte bulunan tek tip haline getirilmiş (standart) bir dairede kişinin kendi kişiliğini ve bireyliğini unutması çok kolaydır.
Toplum, kişisel ilişkilere dayanır. İnsanların kolayca evlerini bir yerden diğerine taşıyabildikleri bir yerde hiç bir topluluk gelişemez. Aile evi, yaşayanları tarafından sahiplenilmiş bir ev kesinlikle iyidir çünkü bir süreklilik duygusu doğurur.
Esir bir hayvan, özgürlüğüne geri dönemez. Çalışma saatleri kısaldıkça -emirler ve kısıtlamalardan muaf olan ve kendimizi gerçekleştirebileceğimiz- serbest zaman çok daha önemli hale gelir. İnsanın toprağa kök salması gerektiği fikrine tamamıyla kendimi adamış durumdayım.”
Carl G. Jung (JS, PP. 201-3)
Çeviri: Didem Çivici
yazılarınızı özlemiştik ❤️
BeğenLiked by 1 kişi