“İyi” ve “şefkatli” olmamız, en çok da “önce kendimizi sevmemiz” bekleniyor mütemadiyen. Zira kendini sevemeyen, başkalarını da sevemez, öyle değil mi? “Saygılı, ölçülü, düşünceli” davranışlar takdir edilirken “öfke ve kızgınlık” ise en çok yargılanan ifadeler. Hatta öfkesini ifade eden kişilerin topluluklar ve toplumlarca rahatlıkla kara koyun ilan edildiği bir zamanda ilerliyoruz. Fakat gerçekler ve derinlerdeki hikâyeler başka şeyler söylüyor…
Senelerdir yüzlerce kadınla çalışıyor, yolculuklarında elimden geldiğince yoldaşlık ediyorum. Olanı birlikte görerek, rüyaların kişinin gerçekliğiyle ilgili anlatımlarını birlikte dinleyerek, kişinin kendisine görünmeyen dinamiklerin psişedeki izlerini takip ederek yol alıyoruz. Haliyle de çok sayıda hayata ve hikâyeye tanık oluyorum. Beni bu yazıyı yazmaya yönlendiren ilham ise son bir yıldır neredeyse istisnasız her kadının içten içe büyük bir öfke taşıdığına tanık olmam. Öyle ki, “Annemi öldürmek istiyorum! Boğazlamak istiyorum bildiğin! Ona annelik yapmaktan bıktım!” diyen kadınların sayısı hiç de az değil. Bağımlılıklar (ilişki ve madde), yeme bozuklukları, vajinal kandida, cinsel hastalıklar, rahim polipleri, meme sorunları ve hormonal bozukluklarsa en çok çalıştığım konular haline geldi. Peki bu sorunlarla kadınların anneleriyle olan ilişkileri ve öfkeleri arasında ne gibi bir bağlantı olabilir, diye kendime sormadan edemiyorum.
“Eğer mükemmel oğul ya da kız olmak zorunda olduğunu düşünüyorsan kendini bıkmadan usanmadan başarmaya sürüklersin. Bu aslında yaşam değil ölüm arzusudur. Bu, hayatı mükemmel ve cansız bir yapıya dönüştürmek demektir.” – Marion Woodman
“Ben hiçbir zaman mükemmel evlat olmaya çalışmadım!” diyorsanız bir kere daha düşünün. Çünkü anne ve babanın sevgisini, enerjisini, besinini almak için ebeveynlerinin beklentilerini karşılamaya çalışmayan bir insan evladı yok bence. Ebeveynlerinizin istediği “her şey” olmaya çalışmıyorsanız dahi, bilinçsizce onların hayal ettiği heykellere (“mükemmel ve cansız bir yapıya”) dönüşmek üzerine programlıyız. Neden mi? Yanıtı basit: Hayatta kalmak için.
Çocuk için aile tüm dünya ve hayatın tamamı demektir. Psişenin neredeyse tam anlamıyla son halini aldığı 7-8 yaşına dek çocuğun ailesi her şeydir ve aileyi kaybetmek (aile üyeleri tarafından reddedilmek) ölme deneyimiyle aynıdır aslında. Bu nedenle de çocuk, bilinçsiz şekilde uyum sağlamaya başlar. Öyle ki, bazen aileye direnç göstermek dahi aslında uyum ihtiyacı ve hayatta kalma güdüsüne kulak vermesi ile ilgili olabilir. Çocuğun en büyük korkusu, aile bireyleri tarafından reddedilmek, terk edilmek ve dışlanmaktır.
Bu “uyum sağlama” süreci aslında sağlıklı bir ergenlik süreciyle birlikte son bulmalıdır. Bireyin yetişkinliğe adım atabilmesi için içinde bulunduğu yumurtadan -haliyle de dünyadan[1]– çıkmalı ve yeni bedeni (varlığı) ile kendisine yeni bir hayat kurmalıdır. Bunun içinse bireyin ego gelişimi çok önemlidir. Fakat egonun gelişimi, bireyin gelişimi, aile ve özellikle de ebeveynler için çok zorlayıcı hatta yıkıcı olabilir. Çünkü aslında çocuğun ergenlik süreciyle birlikte hayati bir olay meydana gelir: Çocuğun Ölümü.
Çocuk ölmek, yani dönüşmek zorundadır çünkü ancak bu sayede kişi ergenliğe ve yetişkinliğe adım atabilir. Bunun için de (mecazi şekilde) anne ve babayı öldürmeli (dönüştürmeli), yani içinde bulunduğu yumurtayı kırmalıdır. Birey, Yeni Dünya’ya, yani kendi potansiyelini gerçekleştireceği hayata ancak bu şekilde giriş yapabilir. Fakat yazının en başındaki konuya doğru bir U dönüşü yapmak istiyorum ve tam da bu nokta bunun için mükemmel bir konum:
Ne yazık ki günümüz modern toplumu bu dönüşüme çoğunlukla izin vermez. Modern toplum uyum bekler ve bu da bireyin büyümesine ve ebeveynlerden gerçek anlamda ayrılmasına çoğunlukla izin vermez. Çocukken ebeveynlerin yarattığı gerçekliğe uyum sağlamaya çalışan birey, yaş ilerledikçe ve sistemin içerisinde yer almaya başladıkça ebeveynlerin yerini alan patronlar, devlet adamları ve en önemlisi de çevrelerinin beklentilerini karşılamak için yaşamaya devam ederler. Yani anne-baba arketipleri başkalarına aktarılır (ya da yansıtılır) fakat oyun devam eder. Bizlerse bu oyunu bilinçsizce oynar, çocuklarımıza da aynı şekilde aktarırız. Peki bu beklentiler nelerdir ve uyum sağlayamayanlara ne olur?
Toplum içerisinde rahatlıkla ve huzur içerisinde, hayati risk almadan yaşayabilmek için öncelikle dengeli, tutarlı, stabil, yardımsever, saygılı, anlayışlı ve özellikle de olumsuz duygularınızı kontrol altında tutabilirolmalısınız. Bunlar hem ailelerin hem de toplumların bireyden en genel beklentileridir. Olumsuz duygularınızı kontrol altında tutabilir olmak özellikle önemlidir, aksi halde ruhsal olarak sorunlarınız olduğu düşünülecek ve sıklıkla suçlama, yargı ve eleştiriye maruz kalacaksınızdır. Bu olumsuz duyguların başında ise öfke gelir.
Öfke, “hayvani duygular” kapsamında listenin en başındadır (ikinci sırada şehvet ve arzu tabi ki!). “İnsan” olmak istiyorsak öfkeyi duygu listemizin dışında tutmamız tembih edilir. Daha doğrusu, öfkelenseniz dahi bunu dışarıya yansıtmamalı ve kendinize saklamalısınız. Fakat hatırlamakta fayda var: “Direndiğiniz şey sadece devam etmeyecek, büyüyecektir de.”[2] Haliyle, bilinçsizce üstünü örttüğümüz öfke duygusu zamanla cismiyet kazanacak kadar çok enerji biriktirecek ve adeta bir kişiliğe bürünecektir. Ve biz öfke duygusunun “doğal ve içten” bir ifade olduğunu kabul edip, bilinçdışımızdaki çok kolektif bir kaynakla bağlantısı olduğunu anlayana dek öfke bizim için “alt edilmesi gereken bir düşman” ya da “saklanması gereken bir kusur” olacaktır.
Peki şimdi kadınların hikâyelerine geri dönelim… Bir kadın kendi annesine neden öldüresiye bir öfke duyabilir?
Modern toplumun çocukları olan bizler anneliğin ne olduğunu neredeyse hiç bilmeyen anneler tarafından yetiştirildik. Benim annem de annelik görmedi, annemin annesi de ve onun annesi de… ne kadar geriye doğru gitmeliyiz, siz karar verin ama ben kendimde ve bir önceki jenerasyonda bir süre kalacağım izninizle -yani “Modern Toplum” dediğimiz kolektif alana bir göz gezdireceğim.
Annelik görmemiş bir kadın annelik yapmaya çalıştığında ne olur?
Yanıt -çoğunlukla- basit: Annelik yapamaz -hatta kendisi annelik alamadığı için, doğurduğu dişil yavrudan annelik dahi bekleyebilir, çünkü her kadın kendi psişesinde “Anne” arketipi ile dünyaya gelir. Günümüzde kendi annesini kurtarmaya, desteklemeye ve anneye karşı sürekli şefkatli ve iyi olmaya çalışan kadın sayısı gerçekten de kayda değer. Fakat burada büyük bir sorunla karşılaşırız: Kız çocuğu anneye annelik yapmamalıdır -kız çocuğunun tek görevi çocuk olmaktır. Eğer roller bilinçsiz şekilde değiştirilirse, kız çocuğu bu yeni görevi (anneliği) bilinçsizce kabul eder çünkü çocuk her şekilde hayatta kalmaya çalışır! Anne’nin hayatta kalması lazımdır! Bu sayede kız çocuğu da hayatta kalabilir!
Peki bilinçsizce annelik rolünü üstlenmiş olan bu kız çocuğu orta yaşlara (30-40) geldiğinde ne olur?
Öfke yükselmeye başlar!
Bu öfkenin anneye yönelik olduğu düşünülür çoğu zaman (ve öyledir de!) fakat aslında bu ok iki uçludur. Bir uç anneyi gösterirken diğer uç ise kişinin kendisine yönelmiştir. Evet, anne suçludur çünkü annelik yapmamış, hatta (bilinçsizce) kızından annelik talep etmiştir. Kız çocuğu ihtiyacı olan anneliği alamamış, kendini bir anda “yetişkin” ayakkabılarını giyerken bulmuştur. Fakat aslında öfke ve çoğunlukla öfkeyle de gelen tahammülsüzlük duygusu sadece anneye yönelik değildir. Kişi, kendi sınırlarını çizemediği, verilen görevi safça ve bilinçsizce kabul ettiği ve bunu hayatının neredeyse yarısına dek devam ettirdiği için kendisine de çok öfkelidir. Ve genelde bu öfkenin sadece bir kişiye (anne ya da kişinin kendisine) değil, yavaş yavaş etrafındaki herkese yayıldığına tanık oluruz. Birey kimseye tahammül edemez, başkalarının en ufak istek ve ricalarını beklenti olarak alır ve olduğu haliyle (yorgun, öfkeli ve öfkeli!) görülmediğini de düşünerek daha çok öfke duymaya başlar. Bu da bireyi çaresizlik, hayat içerisinde anlamsızlık, ilişki kurmaya heves duymama gibi durumlara yönlendirir. Birey git gide daha da öfkelenir ve bunun dünya tarafından kabul görmeyeceğini bildiği için de git gide daha sıkışık bir ruh hali içerisinde yaşamaya başlar. Sanki kendisini, gerçek benliğini, duyduğu acıyı anlayabilecek kimse kalmamıştır. Bu yalnızlık, kişiye en büyük acıyı getirir. Öyle ki, onu “iyileştirme” sözü veren çevreler ve topluluklar dahi farkında olmadan aslında bu kadınları yalnız bırakmaktadırlar. Yeni dönemde “kadın çalışmaları ve çemberleri”nde kadın rahminin öfke ve acının tutunacağı bir yer olmadığı ve rahmin sadece iyilik, doğurganlık, şefkat için bir yuva olduğuna dair farklı kaynaklarda çokça ifadeye rastlıyorum. Bu dahi kadının kendi bedeninde sanki düşman besliyormuş gibi hissetmesine neden olabilir. Rahim acıya ve öfkeye de yuva olmalıdır -Rahim bir simyâ kazanıdır! Öfkeye ve acıya “tutunan” bir rahim bize çok hikâye anlatır! Kadın bu durumdan kurtulmaya çalıştığında asıl tahribat meydana gelir: Kadın için çok değerli olabilecek bir masal, anlatı, hikâye kürtaj edilir! Ve en kötüsü de bir sonraki jenerasyon bu hikâyeyi baştan yaşamak zorunda kalır. Her ne kadar “yeteri kadar uzun süre” hissedildikten sonra acının ve öfkenin Animus’un kılıcıyla kesilmesi gerekse de bunu ancak ve ancak Animus’un kendisi, “vakti geldiğinde” yapabilir! Hatırlanması gereken bence çok önemli bir şey vardır: Kadın, rahmin (Anne arketipinin bir sembolü; kâse) aydınlık ve karanlık yüzünü kucakladığında HEM aydınlık HEM karanlık olabildiğinde kadınlığına adım atabilir. Sadece ışık, iyilik ve acı ve öfkeden arındırılmış bir rahim, ölü bir rahimdir ve tanrısal (arketipsel) güçten yoksundur.
Bize tüm bu hikâyeleri, öfkenin ve şehvetin ve acının masallarını nasıl duyabileceğimizi öğreten pek çok yöntem ve en önemlisi de ritüeli yüz yıllar önce toprağa gömdük. Özellikle tek tanrılı dinlerle birlikte “iyi ve şefkatli” olmak yüceleştirildikçe “öfkeli ve tutarsız” olmayı günah saymaya başladık. Fakat Yeni Tanrı kavramı (Abraxas) bize başka bir şey söylemektedir:
“Tanrı’nın aydınlığı kadar karanlığını da kucaklamak zorundasın.”
Tanrı’nın öfkesi ne kadar kabul edilebilirse insanın da öfkesi o kadar kabul edilebilirdir. Bizim öncelikle haklı öfkemizi[3] işitmemiz, sonra da bu öfkeyi ifade etmemiz uygun olacaktır. Ve bu ifade bazen saldırgan, hayvani ya da şiddetli olabilir! “Şiddetsiz” olmaya çalışırken de topluma uyum sağlama adına aynı oyunu oynamaya devam etme ihtimalini göz önünde bulundurmamız gerekir. Bazen öfke “Wotan[4]’ın Krallığı”ndan doğar, çünkü Tanrı Wotan öfke, savaş ve yıkım tanrısıdır ve insan öfke duygusuyla baş başa kaldığında bilmelidir ki tanrılar (yani arketipler) baş rolde! Elbette ki öfke duygusunun muhakkak ki şiddetle ve yıkımla ifade bulması gerektiğini söylemiyorum -aksine! Öfke duygusunun sağlıklı şekilde ifade bulabilmesi için Ego ya da Egolar tarafından oluşturulmuş toplum tarafından manipüle edilerek ifade bulmaması gerektiğini söylüyorum. Öfke, güçlü ve sağlıklı bir ego taşınıyor dahi olsa, bilinçdışı karakterlerin (arketiplerin) egodan daha güçlü çıktığı bir anda ego yenik düşebilir ve en “güçlü” insan dahi duygularına (yani arketiplerin anlatımlarına) “yenik düşebilir”! Aslında önemli olan, öncelikle benim, sonra da toplumların öfke ve ifadesine dair bakışının değişmesi ve dönüşmesidir. İşte tam da bu noktada “ilkel” olarak küçümsediğimiz toplumların ritüellerinin ne kadar önemli işlevleri olduğunu anlıyoruz: Arketipsel enerjinin (mesela öfke ya da şehvetin) kendini ifade edip dönüşebileceği, bilinç tarafından görülüp onurlandırılabileceği alanların varlığı, insan psişesinin çok daha kolaylıkla ve kısa zamanda bütün hale gelmesini sağlar -yani “bilinç ve bilinçdışının birlikteliği”, yani “kutsal evlilik”.
Son söz olarak…
Kadınların (ve erkeklerin de) duydukları öfke “gerçektir” ve “anlamlı”dır. Önemli olan bu duygunun neyi aydınlattığını anlamaktır ve bunu anlayabilmek içinse öfke duygusunu yargılamak değil, onu anlamak gerekir. Duygularımız psişik hikayelerimizin ürünüdür ve bize psişik dinamiklerimiz hakkında pek çok ip ucu verirler. Özellikle öfke gibi arketipsel ve çok güçlü bir duygunun böylesine yerilmesi gerçekten de çok üzücüdür. Çünkü bireylerin (toplumu oluşturan bireylerin) sahiplenmedikleri her duygu kendilerini suçlamalarına ve kendilerini cezalandırmalarına, dolayısıyla da kendi cehennemlerini yeryüzünde yaratmalarına neden olur. Toplum içerisindeki bireyler bu yaratımı devam ettirdikçe de içerideki cehennemler dışarıdaki Cehennem’i yaratır (ve sanırım bu konuda çok fazla şey söylememe dahi gerek yok).
Velhasıl, varsayımım o ki, öfkesini sahiplenen ve kendi gerçekliğini dünyaya sunabilen kadınlar arttıkça dünyamız çok daha huzurlu ve yaşanılabilir bir yer haline gelecektir.
Didem Çivici – Copyright ©2019
[1]Hermann Hesse, “Damien” – “The bird fights its way out of the egg. The egg is the world. Who would be born must first destroy a world.”
[2]C.G. Jung
[3]C. P. Estes, “Kurtlarla Koşan Kadınlar”
[4]Nordik savaş, yıkım, öfke ve ölüm tanrısı. Bknz. “pagan kültleri”
harika bir yazı olmuş.
BeğenBeğen