Karanlığımızı keşfetmek ne zaman bu kadar popüler oldu?
Kendi geçmişimizi, travmalarımızı bulup, karanlıktan ışığa çıkarmak ve onları iyileştirmek ne zaman bu kadar ilgimizi çeker oldu?
Hayat bizi doğumumuzdan son nefesimize kadar “kendiliğinden” büyütür ve aslında bireyleştirirken ne oldu da “bilinçlenmek” böylesine büyüleyici bir kavram olmaya başladı?
Bu sorulara net birer yanıtım yok. Açıkçası bunları birer olgu (fenomen) ve gerçeklik olarak görüp, bu baş döndüren “bireyleşme” tutkusunun ardında bulunan arketipsel itkileri merak etmek ve mümkün olabildiğince bu itkileri hissetmeye çalışmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Fakat içimden bir ses şöyle diyor:
“Yeni insan bütünlüğü kovalıyor, mutluluğu değil.”
İnsanlık tarihi boyunca, kendi dehlizlerine inmeye heyecan duyan bu kadar insan aynı anda şu dünya denilen gezegende bulunmuş muydu, bilemiyorum. Bireyleşmenin ve arketipler dünyasının gerçekten ne olduğunu bilsek (“bilemeyiz” deriz çünkü tüm bu alan bilincimizin dışında olduğunu varsayarız) bu kadar hevesli olur muyduk, bundan da emin değilim. Fakat Kova Çağı’nın tini sanıyorum ki bizi buna hazır hale getiriyor… ya da getirmese de bizi buna zorluyor.
1921 yılında Hermann Hesse, Küsnacht’ta Dr. Jung ile devam ettiği analizleri esnasında şöyle yazmıştı:
“Burada Jung’la, hayatımın zor ve çoğu zaman neredeyse dayanılmaz bir döneminden geçerken, analizin şokunu yaşıyorum … Sizi en derininizden sarsıyor ve acı veriyor. Ama yardımcı oluyor.”
Neye yardımcı oluyor, bir muamma belki de. Fakat yaygın terapi yaklaşım ve yöntemlerinin iyiden iyiye sorgulanmaya başlandığı günümüzde Jung’un analizi yeniden ve bambaşka bir şekilde keşfediliyor gibi hissediyorum. Hali hazırda süregelen analiz ve okuma gruplarımızın içerisinde canlanan konuların da bu kolektif arayışı yansıttığını günbegün daha da net şekilde görüyorum. Fakat arada kendime ve öğrencilerime, Marie-Louise von Franz’ın o derinlikli ifadesini hatırlatıyorum: “Bazı bitkiler gölgede büyür.”
Bu ifade bana bazı şeylerin (psişik içeriklerin) karanlıkta kalmasının gerekliliğini hatırlatıyor. Sanırım Dr. Jung, bu konuda bir kaç cümleyle bana destek olacaktır:
“Her şey tedavi edilemez ve tedavi edilmek zorunda da değildir. Bazen karanlık ahlaki sorunlar ya da kaderin açıklanamayan çarpıtmaları, nevroz kisvesi altında gizlidir. Bir hasta yıllarca depresyondan muzdaripti ve Paris hakkında açıklanamayan bir fobisi vardı. Depresyondan kurtulmayı başardı, ancak fobi erişilemez haldeydi. Fakat o kadar iyi hissediyordu ki fobisini görmezden gelme riskini almaya hazırdı. Paris’e gitmeyi başardı ve ertesi gün bir araba kazasında hayatını kaybetti.”
C. G.. Jung, “Collected Works of C.G. Jung, Volume 16: Practice of Psychotherapy”, par. 463.
Bu kadar merakla girmeye çalıştığımız karanlığın, insanı sarhoş etme ihtimali yüksek büyüsüne kapılma olasılığı aşikar. Tehlike de burada. Dr. Jung’un özellikle analistleri uyardığı nokta da tam olarak burasıydı. Gölge ile yüzleşmek insanı delirtebilir, egonun geri dönülemez şekilde parçalanmasına neden olabilirdi.
Her şeye heyecanla saldıran, henüz ergenleşememiş modern insanın bugölgeyle yüzleşme merakı hem doğal bir güdülenme hem de onu felakete götürebilecek bir ivmelenme olabilir mi?
Daha bir kaç saat önce, Liber Novus: Kırmızı Kitap okuma grubumuzun sohbetine katkıda bulunmak için şu soruları iliştirmiştim:
Yaşadığımız güncel sorunları travma terapisiyle çözdüğümüzde bireyleşmeye yaklaşır mıyız yoksa ondan uzaklaşır mıyız?
Her birey gerçekten de tedavi edilmeli midir?
Günümüz psikolojisi bu soruların cevaplarını büyük bir hassasiyetle aramalı. Bu da psişeye sadece teorik yaklaşan değil, ampirik ve psişeye insani, gerçek bir ilgi duyan bilim insanlarıyla mümkün diye düşünüyorum.
Sözü yine üstada bırakalım:
“ … Bütünlük, tamlık kadar kusursuz değildir. Gölgenin özümsenmesi (asimilasyonu) bir insana beden verir aslında; içgüdünün hayvanî yanını, aynı zamanda da ilksel ya da arkaik psişeyi verir ve gölge, bilinçdışı alanında görünür ve artık yalanlar ve illüzyonlarla bastırılamaz. Bu sayede insan kendi için, gerçekte kim olduğuyla ilgili o zor mesele haline gelir. Gerçekten gelişmek istiyorsa, kendisinin böyle bir mesele olduğunun her daim bilincinde kalmak zorundadır. Bastırma, durağanlığa ve tembelliğe olmasa da tek yanlı gelişime neden olur ve eninde sonunda nevrotik çözülme (disosiyasyon) meydana gelir. Günümüzde soru artık “Gölgemden nasıl kurtulabilirim?” değildir -zira tek yanlılığın nasıl bir lanet olduğunu yeterince gördük. Onun yerine kendimize şunu sormalıyız: “İnsan, gölgesi bir dizi felakete yol açmadan onunla birlikte nasıl yaşayabilir?” Gölgenin kabulü tevazu ve insanın içinde bulunan koyu ve dipsiz derinliklere dair duyulan o son derece güçlü korkunun çıka gelmesi için yeterli bir nedendir. Bu uyarı çok uygundur çünkü gölgesiz insan, kendi gölgesini yok saydığı için kendisini zararsız sanır. Kendi gölgesini fark eden insan zararsız olmadığını çok iyi bilir çünkü gölge kendisiyle birlikte arkaik psişeyi, tüm arketipler dünyasını bilinçli zihinle temasa sokar ve onu arkaik etkilerle boğar.”
C. G. Jung, “Collected Works of C.G. Jung, Volume 16: Practice of Psychotherapy”, par. 452.
“İnsan, gölgesi bir dizi felakete yol açmadan onunla birlikte nasıl yaşayabilir?” kocaman bir sorudur ve insanlığın uğraşması gereken en büyük sorunu bu olabilir. Fakat mitlerden ve masallardan hatırlamamız gereken şudur ki, bu meseleyle uğraşmaya karar vermek ve bunun için “Gece Deniz Yolculuğu”na başlamak en iyi ihtimalle uzun süreli bir ıstırap ve bilincin bilinçdışı tarafından yoğun şekilde tekrar ve tekrar işgal edildiği boğucu bir süreç getirecektir.
Peki bu hakikatin farkında olan kaç kişiyiz? Ve bu süreci nasıl karşılayabiliriz?
İşte cevaplanması zor ve meşakkatli olan iki soru.
Didem Çivici
Jungian Analyst in Training