Âdet Görmenin Kutsal Yönü

“Kutsal mekanlar karanlık yerlerdir… Kutsal bilgelik su gibi berrak ve ince değil, kan gibi kalın ve karanlıktır.” – C. S. Lewis, Till We Have Faces

Âdet görmek, tarih boyunca hem günah ve şeytani hem de arındırıcı ve kutsal görülmüştür. Bu çatışmayı gözlemlemek benim için her zaman ilginç olmuştur ve dürüst olmak gerekirse, şeytani olarak alınmasının arkasındaki nedenin, bu fenomene ataerkil yaklaşımdan kaynaklandığı görüşünü neredeyse hiç anlamadım. Bu nedenle, Mezopotamya (Sümer) ve Eski Mısır kültürleri üzerinden geçmişin derinliklerine dalmaya karar verdim ve özellikle âdet kanının kirli veya kötücül olarak görülmesinin nedenini aydınlatacak birkaç hikâye ortaya çıkarmaya çalıştım. Açıkça belirtmek gerekirse, kendimi bu iki kültüre psişik ve duygusal olarak yakın bulduğumu belirtmek isterim ve bu nedenle, örneğin Greko-Romen, Hint veya Mezo-Amerikan kültürlerinin konuya yaklaşımı hakkında konuşmak çok ilginç olsa da kendi anavatanımın yakınındaki topraklara odaklandım.

Tanrıçaların Topraklarına Dönüş

Mezopotamya, M.Ö. 12.000 civarında medeniyetin doğuşunu gören, en eski medeniyet beşiklerinden biriydi. M.Ö. 3.500 ile M.Ö. 2.000 yılları arasında bölge iki önemli medeniyetin ortaya çıkışını gördü: Sümer ve Akad. Ancak M.Ö. 2.000 ile M.Ö. 1.600 yılları arasında Babil’den Amorite Hanedanı döneminde Mezopotamya uygarlığı Babil Uygarlığına dönüştürüldü ve zirveye ulaştı. Benzer şekilde, antik Mısır, Nil nehrinin yakınında M.Ö. 10.000 civarında medeniyetin doğuşunu gördü. Mısır uygarlığı, firavun döneminde zirveye ulaşmıştır, ki bu dönem, M.Ö. 3.200 civarında, Yukarı ve Aşağı Mısır birleştiğiyle başlamış, M.Ö. 332’de Makedon’lu Alexander III tarafından işgal edilene kadar sürmüştür. 

Biliyoruz ki “eski Mısır’daki kadınlar paraya, araziye, mala, hizmetçiye sahip olma ve bunları alıp satma hakkına sahiplerdi, anlaşmaları imzalayabilir, yasal anlaşmalar yapabilirlerdi, çocuk evlat edinebilir, boşanma hakkı talep edebilir, yeniden evlenebilir, köleleri serbest bırakabilir, ayrıca hukuk davası açabilirlerdi.” [1] Ayrıca Mezopotamya’da kadın, tanrıçanın, özellikle de daha sonra tartışacağım İnanna’nın bir tezahürü olmakla taçlandırılmıştı. Fakat şimdilik, kadın kültürüyle ilgili siyasete daha fazla girmek yerine, bir an önce bilinçdışın diyarına adım atmak istiyorum.

Başta da belirttiğim gibi, âdet tarih boyunca hem şeytani/kötü hem de kutsal/iyi olarak görülmüştür. O, beraberinde her daim, “bilinmeyen” bir şey getirdi insana, hatta karanlık ve gizemli bir şeydi bu getirdiği. Modern dünyamızda bile, kanama başlamadan hemen önce bir tür karanlık dönemden geçen kadınlar buna “PMS” (adet öncesi sendrom) diyor ve bu da “olağandışı” bir malzeme veya enerji getiriyor gibi görünüyor. Bunu yaşayan kadınlara “deli” deniyor, hatta bazen kendini kaybedip bu süre zarfında agresifleşirse nevrotik deniyor. Bu huzursuzluk, fizyolojik sorunlardan (hormonlardaki dengesizlik veya hastalıklar, kötü diyet alışkanlıkları vb. gibi birçok nedenden dolayı enflamasyon gibi) kaynaklanabilmektedir ve bu nedenle kişinin psikolojisi ay boyunca hormonal değişim nedeniyle hızla değişebilir fakat bu âdet öncesi dönemde yaşanabilen olası sendromun, aynı zamanda, bastırılmış veya bilinçsiz psişenin bazı içeriklerini ortaya çıkaran gizemli bir güç taşıdığını da düşünüyorum. Kadın, ayın bu zamanında bedenini iyice hissetmeye izin verebilir, onu görmezden gelmezse, bedeninde olanları dinler ve kucaklarsa, bir şeylerin normalden gerçekten “farklı” olduğunu hisseder. 

Görünen o ki, bu olağandışı zaman, yani âdet, bir kadının hayatında tam olarak “iyi” olarak değil, genellikle “huzursuz”, “kirli” veya “delilik” olarak alınmaktadır ve böyle denmesinin bazı haklı sebepleri var. 

Âdet kanamasının istenmeyen veya olumsuz ruh halleri getirdiği veya kirlilik zamanı olduğu bakış açısı çok merak edilen bir konudur. İnsan, farklı kültürleri keşfetmeye başladığında birçok ilginç görüş açısına, âdetle ilgili ritüellere, özellikle de inisiyasyon ritüellerine rast gelir. Bana göre, bir kadın için özellikle ilk âdet görme çok önemli bir eşiği simgelemektedir. İlk âdet, kadının hakiki varlığına, kadınlığa doğmak için adım atması gereken bir geçit kapısına benzer.

Mezopotamya kültürüne dönersek…
Mezopotamyalılar kanı yaşam, kırılganlık ve yaratılışla ilişkilendirmişti, ki bu ilişkilendirmeyi, katledilen bir tanrının etinin ve kanının nasıl hayati bileşenler olarak hizmet ettiğini anlatan Atra-hasis Destanı’ndaki gibi Babil yaratılış mitlerinde görebiliyoruz. Mısır’da âdet, Mısır teolojisinin en önemli sembollerinden biri olan Nil Tufanı ile ilişkilendirilmiş ve aynı zamanda ‘tehlikeli bir zaman’ olmasına rağmen ‘yenilenme ve doğurganlığın sembolü’ olarak algılanmıştır[2]. Âdet kanaması, Mısırlı için hem ‘miasma’ (safsızlık) hem de “arındırıcı” unsurların kutsallığına sahipti. “Âdet görmek” için kullanılan Mısırca hsmn terimi genellikle ‘arınma’ olarak çevrilmiştir. Aslında, hsmn, natron için kullanılmıştır, yani en başta gelen arındırıcı madde. [3] Ayrıca, ‘bwt’ Mısır’da ‘hem kötülüğü hem de ona karşı müdahaleyi belirleyen’ bir terimdi. Frandsen ayrıca, bwt’nin kült monografilere dahil edilmesinin Mısırlılar için ‘kötülüğün tüm yaratılışın gerekli bir unsuru olduğunu’ gösterdiğini açıklar.[4]Bwt, Mısır kozmolojisinin merkezindeydi ve ihlali, doğaya ve evrenin kendisine bir hakaretti ve âdet gören kadınlar bu tür birçok bwt listesinin kaçınılmaz parçalarıydı. Sridhar şöyle der: “Mısırlı’nın Hristiyanlık anlamında günaha dair bir sözü yoktu. … Bwt olarak sınıflandırılan bir şeyi yaparken veya ona sadece temas ederken işlenen günahı ve kötülüğün kendisini gösterir.” [5] Aslında, bwt‘nin Mısırlılar için uyum, dünya düzeni olan Maat’ın tam tersi olarak alındığı anlaşılıyor. Yani, âdet görmenin bir arınma işlemi olarak alındığını ve böylece, bu yolla kötülüğün veya safsızlığın kadının vücudundan çıkarıldığını söyleyebiliriz.

Burada, Mircea Eliade’nin âdet hakkında söyledikleri tartışmamıza ilginç bir yön getirecektir: “Hahamlar tarafından, âdetin Havva’nın Cennet Bahçesi’ndeki yılanla olan ilişkilerinin bir sonucu olduğu söylenir.” [6] Havva’nın günahkâr olduğu ve kanamanın onun laneti olduğu gibi görünse de bunun aynı zamanda kadının şeytan, yani Tanrı’nın karanlık yönü tarafından hayatın gizemlerine inisiye edilmesi olduğunu da düşünüyorum. Don Juan’ın Yumalar hakkında söyledikleri, Yumas’taki genç kızların yetişkinliğe girmek için Şahmaran’ı aramaları miti ise bir başka ilginç bir detaydır. [7] Şahmaran, tıpkı Asclepius gibi tıbbın yaratıcısı olarak bilinirdi. O, yılan vücudu olan bir tıp kadınıydı. Kadınsı olanın büyülü güçlerini ve iyileştirici yönünü sembolize ederdi. Yetişkinliğe girmeye hazırlanan genç kızın Şahmaran’ı ya da yılanı aramasıysa, ömür boyu sürecek bir dönüşüm sürecine adım atılıyor olduğunun göstergesi olabilir. Sanırım bu noktada kötülüğün her zaman yılanla nasıl da ilişkili hale geldiğini vurgulamama gerek yok. Yılan hem iyinin hem de şeytanın sembolüdür, tıpkı âdet kanı gibi.

Ayrıca, kanın, özellikle de âdet kanının kadın üzerinde doğaüstü etkileri olduğuna inanılırdı -daha doğrusu, kanayan bir kadının doğaüstü güçleri olduğuna. Bu büyülü gücün manadediğimiz şey olduğunu ve kesinlikle bir kadına yaratıcı enerji getirdiğini söyleyebiliriz. Dr. Jung bunu benden daha iyi açıklayacaktır: “…yaratıcı mana, iyileşme ve doğurganlığın gücüdür; ‘olağanüstü güç’ olarak mitolojide ve rüyalarda boğa, keçi, nar, yoni, teke, yıldırım, at toynağı, dans, menstrual sıvı gibi eşdeğerleri vardır.  Tüm bu benzetmelerin altında yatan, karakterini tanımlaması çok zor olan, ancak en yakın psikolojik eşdeğeri belki de ilkel mana sembolü olan arketipik bir imgedir.” [8]

Eskiden beri yaratıcı mana, Rudolf Otto’nun deyimiyle mysterium, tremendum ve numinousolarak hissedilmiştir. Bu nedenle, âdet görme de insan üzerinde benzer bir etki yaratır. Kanayan kadın Doğa’yı kendisi gibi hisseder. Kanın kendisi kadın için gerçeğe dönüşür ve böylece Doğa’nın kendisini tamamen bedenlenir. Âdet döneminde kadın, Doğanın ta kendisidir ve Doğa’nın manasını taşır. İlk âdetin başlangıç ritüelleri yoluyla da tam olarak bu bilgi genç kıza verilmek istenmiştir: Bir kadın hayatı boyunca Doğa’yı kendi bedeni aracılığıyla somutlaştıracak ve bu sadece âdet yoluyla değil, aynı zamanda gebe kalma, doğum ve menopoz yoluyla da olacaktır. Bu yaşam döngüsü (doğum, ölüm, yeniden doğuş) kadın tarafından iyice anlaşılmalıdır. Kadın ancak bu sayede kendini bölünmez hisseder (psişik olarak bütünleşir) ve arketipsel âleme hayat verebilir. Bu sayede de toplum bir arada kalabilir. Böylece, arketipler de (burada özellikle Anne arketipi) genç kadın tarafından tamamen somutlaştırılarak bireyleşebilirler. Belki de tam da bu nedenle ritüeller gerekliydi. Eliade bu konuyla ilgili şöyle demişti: “…bu şekilde verilen eğitim geneldir, fakat özü dinseldir ve bu eğitim, kadınların kutsallığının açığa çıkmasından oluşur. Genç kız, ritüel aracılığıyla kendine özgü varlık halini üstlenmeye, yani yaratıcı olmaya ve aynı zamanda toplumdaki ve evrendeki sorumluluklarını üstlenmeye hazırlanır, ki bu sorumluluklar primitif insan için her daim doğaları gereği dinsel olmuşlardır.” [9] Bu nedenle, âdet görmenin sadece bedenin biyolojik bir süreci değil, primitif insan için bundan daha fazlası anlamına geldiği de söylenebilir: “periyodik arınma, doğurganlık, iyileştirici ve büyülü güçler.” [10] Öyle görünüyor ki âdet görmek, bir kadının daha yüksek bir hakikatle, Yüce Anne’yle, yaratıcı yaşam ve ölüm süreciyle bağlantı kurmasını mümkün kılıyordu.

KAN & “YÜCE ANNE” MİTLERİ 

Mezopotamya: İnanna ve İştar

İnanna ve İştar tek bir tanrı olarak görüldüler, ancak iki farklı isim olarak ibadet edildiler. İnanna bir Sümer tanrıçasıyken ve Sümerler arasında yaygın olarak ibadet edilirken, İştar, Hıristiyanlığın 1-5. Yüzyıllar arasında yayılmasına, İnanna kültünün yok olmasına dek ibadet edildi. 

İnanna/İştar çoğunlukla aşk ve savaşla ilişkili olmasına rağmen, ay ve âdet ve Venüs gezegeniyle, ayrıca da cinsellikle ilişkilendirildi. Sümerler, İnanna’yı, yeni ayda onun için bir geçit töreni düzenleyerek kutlayan ve kutsal kanla mest olan insanlardı: törenlerde alay halinde yürürken onun için kan damlaları serptiler ve kırmızı kan sıvısını onun oturduğu platformlara döktüler. [12]

Sandra Bart Heimannİnanna’nın ‘kadınların kan gücünü, âdet görmelerini, özellikle de ilk kanamayı temsil ettiğini’ belirtiyor[13].  Ayrıca, bir ay tanrıçası olarak, aynı ay gibi ‘ortaya çıktığını ve kaybolduğunu’ ve bu kayboluşun hem kadınların hem de tanrıçanın ‘âdet inzivasına’ bir gönderme olduğunu yazar.  Bir metinde İnanna savaş alanından ayrılır ve âdet inzivası için tapınak evine geri döner, fakat daha sonra geri dönmeye ikna edilir. Karanlık ay olarak ortadan kaybolması onun âdet inzivasıdır. Velhasıl, İnanna’nın yeni ay ve kanla olan ilişkisi onu âdet tanrıçası olarak göstermektedir.

Mısır: İsis, Hathor, Sekmet & Bastet

İsis, Nut ve Geb’in kızıydı ve kardeşi ve kocası Osiris’in yeniden doğuşuyla olan etkileşimi nedeniyle yeniden doğuş ve yenilenme tanrıçası olarak bilinirdi. Haliyle, sihir, Doğa ve Anne ile de ilişkilendirildi. İsis, annelerin koruyucusuydu ve tıpkı Yunanistan’daki Artemis ve Sümerler’deki İnanna/İştar gibi gebe kadınların kolayca doğum yapmalarına yardımcı oluyordu. Kaldı ki sadece gebelikle ilişkili değil, genç kızların kadınlığa adım atmalarıyla da ilişkiliydi.

“İsis düğümü” veya “İsis’in kanı”, tılsım olarak kullanılırdı ve rengi kandan gelirdi. Ölüler Kitabı’nın 156. büyüsünde der ki: ‘Senin kanın var Ey İsis; senin gücün var, Ey İsis; senin sihrin var Ey İsis.’ [14] Sridhar, kitabında şunları ekliyor: “Kana ek olarak, tılsımın kırmızı rengi, ateşi ve Güneş’i ve İsis’in canlı, yenileyici özelliklerini temsil ederdi: alev, ışıltılı Güneş Tanrıçası ve Yeniden Doğuş Leydisi.” [15]

İsis aynı zamanda “Cennetin İneği” olarak da biliniyordu ve bu nedenle ikiz kardeş olan ve karşıt güçleri taşıyan Horus ile Sekhmet-Bastet tarafından ilişkilendirildi. Hathor ve İsis’in iki yönü vardı. Hatta, hepsinin (üç imge olarak) Yunanistan’ın üç tanrıçası gibi bir kadının yaşam boyunca üç aşamasını sembolize ettiği söylenebilir: Persephone (Kore), Demeter ve Hekate. Bana öyle geliyor ki, Sekmet ve Bastet aynı tanrıçanın ikiliğiydi (dual yapısı), bu yüzden de Doğa’nın zıtlıklarını taşıyorlardı: Güneşsel (solar) olan Sekhmet ve ay yönü (lunar) olan Bastet. Sekmet daha çok ışık ve Güneş ile ilişkilendirilirken, karanlık ay olan Bastet savaş alanı, karanlık ve ölümün kanıyla ilişkilendirildi. Burada kadınlığın, dolayısıyla kadınlığın özünü taşıyan âdet kanının ikili yönüyle buluştuğumuzu düşünüyorum. Sekmet iyi yönü getirirken, Bastet kötülüğü, ölümü ve karanlığı getirir. Öyle görünüyor ki, âdet kanının şeytani tarafının gizemini ya da kadınsılığı ortaya çıkarabileceğimiz bir noktaya geldik. Fakat bu “karanlık” yönün ve kanama aracılığıyla inisiye olmanın bir kadına neler getirebileceğini merak ediyorum…

“RAHME DÖNÜŞ”

“Yapay ışığa sürekli maruz kaldığımız için çoğumuz artık ayın döngüleriyle kanamıyoruz. Ayrıca, iştahı, hormonların salgılamasını, vücut sıcaklığını, uyanıklığı ve uyku zamanlamasını etkileyen içsel sirkadiyen ritimlerimizden giderek daha fazla kopuk hale geliyoruz. Karanlıktan yoksunluk zamanlarında yaşıyoruz. … İyileşmek için bir zamanlar geceye nasıl değer verdiğimizi hatırlamamız gerek. Bu karanlığın zeki ve hayatta kalmamız için gerekli olduğunu kabul etmemiz gerek. … Tüm gerçek yaratıcılığın karanlıktan doğduğunu hatırlamamız gerek.”

Sarah Avant Stover

Karanlık, ışığın oluştuğu yerdir; bilinç, bilinçdışından doğar. Bizler Jungiyenler olarak, bireyleşme aracılığıyla bilincin bitkilerini yetiştirdiğimizi söyleriz, ki bireyleşme dediğimiz süreç, periyodik şekilde ve sıklıkla karanlığa, bilinçdışına yolculuklar gerçekleştirmeyi gerektirir. Mitlerde ve masallarda üvey anne, yılanlar, deniz canavarları gibi bilinçdışının şeytani yönleriyle yüzleşmenin ne kadar önemli olduğunu görürüz. Görünen o ki insan, hayatı boyunca tekrar tekrar ve birçok kez psişenin karanlık yüzüyle yüzleşmek zorundadır.

Yeraltı Dünyası’na yolculuk, sadece bilinçdışı olan, bilinmeyen psişeye inisiye olmak anlamına gelmez. O dünyaya yolculuk, aynı zamanda, yolculuğa çıkanın, ölülerin bilgisi ve enerjisiyle geri döneceği anlamına da gelir. Kanayan bir kadının da yeraltı dünyasını, ölüler diyarını ziyaret ediyor olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle, âdet tabusunun altında yatan nedenlerden biri de bu “ölüler ülkesini ziyaret etme” olabilir ve kanayan bir kadının toprağa dokunmasının, dini yerlere girmesinin, yemek pişirmesinin veya temizlemesinin, kocasına ve çocuklarına dokunmasının ve bazı ortak ritüellere katılmasının bazı kültürlerde neden yasak olduğunu (bazı kültürlerde hala yasak olduğunu) bu inançla açıklayabiliriz. Bir anket, kültürler içinde hala devam eden âdet tabusunu açıkça göstermektedir:

“Bakıra dokunmamız yasaktı.” – Garima Jirel (46, Dolakha)

“Beş gün boyunca aynı tabaktan yemek zorundaydık. Beşinci gün banyosunun ardındansa inek idrarıyla temizlenirdik.” – Shanti Khati (30, Dolakha)

“Dört günlük âdet boyunca tuz yemem yasaktı.” – Sita Bohora (45, Gorkha)

“Su içerken bir damla dahi dökemezdik.” – Champadevi Sapkota (33, Nuwakot)

“Kıyafetlerimizi başkasının topraklarında kurutmamız yasaktı. Dışarı adım atamazdık çünkü yolun çökeceğini söylerlerdi.” – Shanta Lamichanne (45, Sindhupalchowk)
Nepal’de bildirilen yaygın tabular (Kaynak: Jennifer Rothchild ve Priti Shretstha Piya)

Bu nedenle, âdet kanı hakkındaki bu korkunun veya rahatsızlığın ötesinde garip ve güçlü bir düşünce veya deneyim olduğu anlaşılıyor. Daha yakından bakmak için, son olarak, diğer efsanevi hikâyeleri takip edeceğim…

Yeraltı Dünyasına girmek, balina veya bir deniz canavarı tarafından yutulmakla veya diğer birçok mit ve hikâye aracılığıyla da ifade edilmiştir. Eliadebalina tarafından yutulmayla ilgili şöyle der: “Bu, ölümün sembolizminin başka bir örneğidir ve ergenlik inisiyasyonlarında çok büyük rol oynayan bir sembolizmdir”. [17] Anne (balina) tarafından yutulmanın, genç kadının ormana, bir kulübeye götürüldüğü ve bir süre orada kaldığı âdet ritüellerinde de görülebilir. Kulübe, Anne’nin rahmini sembolize eder. Kulübeye bırakılan genç kızın, kanama ve Yüce Anne ile temas ve onu bedenlenmesi yoluyla yenilenmesi gerekiyordu, tıpkı rahmin, kanama yoluyla iç duvarını yenilemesi gibi. Âdet görmenin bir kadın için küçük bir ölüm olduğu aşikâr: “yin” zamanı, hareketsizlik, durağanlık, karanlık. Kanama esnasında kadının korpus luteumu çözülür ve projesteron hormunu seviyesi düşer. Kadın, âdet kanaması aracılığıyla rahim astarını döker. Östrojen yükselir ve sonra düşer, hipotalamusa yeni bir döngüye hazırlanması için bilgi verilir. Östrojen seviyesi düştükçe kişi yorgun ve sessiz hisseder. İçsel bir yolculuğun zamanıdır: İnsan iç dünyaya, Yeraltı Dünyasına iner ve daha içe dönük olmaya zorlanır ve böylece sezgiler yükselir. Şeyleri rahat bırakmanın, her şeyin olduğu gibi olmasına izin vermenin ya da her şeyi olduğu gibi görmenin zamanı gelmiştir. Kişinin gerçekte kim olduğuyla yeniden bağlantı kurmasının, bedenine ve ruhuna batmasının zamanıdır. Bedeni ve ruhu, sıradaki potansiyel ve yaratıcı yaşam döngüsüne hazırlamanın zamanıdır. Rüyalara dikkat etme ve düşünme zamanıdır. Kanama zamanı bir kadına derin bir enerji getiriyor gibi görünmektedir ve kadın tam da bu zamanda, Yüce Anne ile yeniden bir araya gelmektedir: “… anneye geri dönmek, ktonik (toprağa ait, yere ve aşağıya ait) Yüce Anne’ye geri dönmek demektir. İnisiye edilen kişi, Toprak Ana’nın (Terra Mater) rahminden yeniden doğar.” [18]

Görünüşe göre, âdet, sadece ataerkil önyargılar nedeniyle değil, yaşamın ham gerçekliğini (doğum, ölüm ve yeniden doğum) sembolize ettiği için insanlığa hem iyi olanı hem de kötü olan olarak göründü -ve hala da görünüyor. Kadın her zaman Tanrıça’nın, Yüce Anne’nin vücut bulmuş hali olmuştur ve bu nedenle de onun her iki yönünü de taşımıştır: yaratıcı ve yıkıcı.

Didem Çivici – Telif Hakkı ©2021
Jungiyen Analist (Diploma Candidate) @C. G. Jung Institut Zurich

*Bu makale ilk olarak Ocak 2021’de “Etnolojinin Temelleri” sınavı için makale olarak yazılmış ve 8 Mart 2021’de revize edilmiştir.


[1] Nithin Sridhar – “The Sabarimala Confusion – Menstruation Across Cultures_ A Historical Perspective”

[2] Carolyn Graves-Brown, ‘Dancing for Hathor: Women in Ancient Egypt’, Page 55. 

[3] Paul John Frandsen, ‘The Menstrual ‘taboo’ in Ancient Egypt,’ Journal of Near Eastern Studies, Vol. 66, no. 2 (April 2007), p. 82

[4] İbid. p 87.

[5] Nithin Sridhar – “The Sabarimala Confusion – Menstruation Across Cultures_ A Historical Perspective”

[6] Mircea Eliade, “Patterns in Comparative Religion”, p. 166.

[7] Merilyn Tunneshende, “Don Juan and the Art of Sexual Energy: The Rainbow Serpent of the Toltecs”

– p.44

[8] C. G. Jung, “The Practical Use of Dream-Analysis,” The Practice of Psychotherapy, CW 16, par. 340

[9] Mircea Eliade, “Rites and Symbols of Initiation”, p. 42

[10] Mircea Eliade, “Rites and Symbols of Initiation”, p. 47

[11] Nithin Sridhar – “The Sabarimala Confusion – Menstruation Across Cultures_ A Historical Perspective”

[12] Judy Grahn, ‘Ecology of the Erotic in a myth of Inanna’, International Journal of Transpersonal Studies, Volume 29, Issue 2, Page 62.

[13] Sandra Bart Heimann, ‘the Biography of Goddess Inanna; Indomitable Queen of heaven, Earth and almost Everything’. 92. ibid. 93. ibid. 

[14] Spell 156, Book of Coming Forth by Day, p. 92. 
Isidora Forrest, ‘What does the Knot of Isis mean?’ p. 93. 

[15] Nithin Sridhar – “The Sabarimala Confusion – Menstruation Across Cultures_ A Historical Perspective”

[16] Sarah Avant Stover, “The Book of She”, p. 101

[17] Mircea Eliade, “The Sacred and the Profane: The Nature of Religion”, p. 293, iBook.

[18] Mircea Eliade, “Rites and Symbols of Initiation”, p. 61

Âdet Görmenin Kutsal Yönü” üzerine bir yorum

fernurazman için bir cevap yazın Cevabı iptal et