Depremin Yarattığı Krizin Işığında Toplumun ve Bireyin Psikolojik Katmanları

Öncelikle belirtmeliyim: Bu makale salt bir anlama çabasıdır; bilimsel bir değeri olabilir de olmayabilir de. Amacım, içinde bulunduğumuz krizi analitik psikoloji çerçevesinde anlamaya çalışmak ve eğer yapabilirsem, çıkış yolları aramak. Elbette bu konular tekrar tekrar evirilip çevrilebilir, bambaşka açılardan yeniden ve yeniden konuşulabilir. Umarım mistisize etme çabası olarak görülmez ve bir nebze de olsa okuyana katkısı olur.

Bu günlerde, fizyolojik, sosyolojik, psikolojik, ekolojik ve politik olarak (ve kim bilir başka ne yönlerden) sarsılıyoruz. Konu, şiddetli depremin yarattığı sarsıntılardan çok daha öte. Toplumu oluşturan bireyler olarak pek çoğumuz büyük bir duygusal sarsıntıyla mücadele etmeye çalışıyoruz. Kayıplarımız ve yaralılarımızın yanında, kimimiz yas, üzüntü ve keder, kimimiz de öfke, utanç ve suçluluk duygularıyla baş etme derdindeyiz. Deprem bilimciler, jeolog/jeofizikçiler depremi anlamaya ve anlatmaya çalışırken siyasetçiler de böylesi bir depremin yol açtığı afetin altından kalkabilmek için çabalıyorlar. Araştırmacı gazeteciler toplumun bireylerine gerçeği sunmaya çalışıyorken adli süreçlerse adaleti yok sayanlara nefes aldırmamak adına hukukçulara ihtiyaç duyuyor. Diğer yandan, psikoloji alanında çalışanlar depremden birinci ve ikinci derecede etkilenen bireylerin sağlıklarını korumaları için çabalıyor, genel uyarılarda bulunuyor, tavsiyeler veriyorlar. Gün geçtikçe, resmin büyüklüğü ve özellikle de sosyal etkisi daha görünür oluyor. Fakat sanırım kendisini zaman içerisinde en çok hissettiren, üzerimize kendi ellerimizle atmış olduğumuzu gördüğümüz ölü toprağı. Oysaki onun altındaki bizler henüz ölmedik, ancak uyuşmuş ve uyuşturulmuş uzuvlarımızla ölü taklidi yapıyor gibiyiz. Bunun da bir nedeni olmalı, öyle değil mi? 

İnsan canı yandı mı ilk “dışarıdaki”ni arar. Kendi canına susamamıştır, kendini ölüme terk etmemiştir ne de olsa. Bu düzeni kuran kimse, kaderimi kim yazdıysa ona yakarmak, suçluyu ötekinde aramak en iyi bildiğimiz iştir insan olarak. Benim suçum nedir ki, öyle değil mi? Değişmesi gereken ben değilimdir, dışarıdakidir. Oysaki miyopluktan kurtulup duruma biraz daha dürüstlükle bakabildiğimizde, ne kadar çok şeye göz yumduğumuzu, ne kadar çok şeyi yok saydığımızı anlar ve haliyle öfkeden deliye döneriz. Zamanla uyuştuğumuz gerçekliğine dairdir artık öfkemiz. Eğer büyük resmi sağlıklı şekilde ve çepeçevre görebilirsek, adım adım neleri unuttuğumuzu, nelere “neyse” dediğimizi anlarız. İnsanı en derinden gelen isyana götüren de işte bu dürüstlüktür ve bu dürüstlük, çok güçlü bir öfke duygusunu haklı şekilde beraberinde getirir. Adalet yerini bulmalıdır, çünkü adalet, bireysel ve toplumsal iyileşmenin esasıdır. Fakat bunun yanında, her bireyi bekleyen çok çok önemli bir mevzu daha vardır: Kendinle yüzleşmek. (buradan sonrasına ilerlemeden, daha önce okumadıysanız: https://pavonisegitim.com/2020/08/25/robert-bly-arkamizda-surukledigimiz-uzun-cuval/ https://pavonisegitim.com/2021/05/10/jung-ve-modern-insan/ )

Peki aslen ne ile yüzleşeceğiz ve neden?

Aslında mevzumuz bizi iki kollu bir yola sokar. Bir yanımızda gölge sorunsalı, diğer yanımızdaysa komplekslerin dinamikleri yatar. Gölge sorunsalı, kısacık bir makaleye sıkıştırılamayacak kadar geniş bir konudur ve psikolojik projeksiyonla el ele yürür. Buraya taşımak istediğim, gölge-projeksiyonla ilgili en önemli nokta, sahiplenilmeyen, yani sorumluluğu alınmayan her bilinçdışı içeriğin projekte edileceğidir. Jung, İkinci Dünya Savaşı’nın tamamıyla bir gölge projeksiyonu sorunu olduğu üzerinde yıllar boyu konuşmuştu. Kişisel bilinçdışı içerikler terapötik/analitik alanda çalışılmazlarsa doğrudan dış dünyada, çoğunlukla da liderlere ve sistemlere yansıtılırlar (projekte edilirler). Bu yansıtmalar ne yazık ki birleşir ve kolektif bir nesne haline gelerek toplumu ve toplumu yöneten dinamikleri etkilerler. Yani, toplumun akıbeti, bireylerinin psikolojisinden etkilenir. Fakat konu bu kadar basit de değildir. Projeksiyon, bilinçli yapılan, yani egonun kontrolünde bir olgu değildir. Bu nedenle de ancak kapsamlı analizle, yani bilinçdışında süre gelen dinamiklerin bilinçli şekilde anlaşılmasıyla dönüştürülebilirler. Ancak tabi ki konu sadece gölge sorunu da değil. Toplumu oluşturan bireylerin kompleks yapıları, içinde yaşadıkları toplumun dinamiklerini oluştururken aynı zamanda da toplumun zaman içerisinde benimsediği değer ve anlayışlar bütünü de bireylerin komplekslerini, dolayısıyla da seçimlerini etkilemektedir. Bizim toplumumuzda da en çok göze batan kompleks dinamiği, ebeveyn-çocuk ilişkisine dayanır.

Çocuk, ihtiyaçlarının daimî şekilde dış kaynaklarca karşılanmasını bekleyen psikolojik bir kompleks temsilidir. O, ebeveynleri tarafından korunmak ve kollanmak, maddi-manevi olarak doyurulmak ister. Sorumluluk almak kesinlikle onun işi değildir ve sorumluluktan da kolaylıkla kaçar. Tabi burada sorumluluk dediğimde sadece maddi sorumluluktan bahsetmiyorum – duyguların sorumluluğunu almak, maddi sorumluluk almaktan dahi önce yapılanması gerektiğini düşündüğüm bir davranış biçimidir. 

Psikolojik olarak çocuk kalmışsak, her şeyin, özellikle de olumsuz çıktıların sorumluluğunu ruhani liderlere, devlet liderlerine, eğitmenlere ya da bizi koruma/kollama görevini atfettiğimiz kişilere devrederiz ve bu sorumlulukları bilinçsizce yansıtırız. Bunu yapmak her ne kadar doğalmış gibi görünse de (ki söz konusu “çocuk” olduğunda bu gerçekten de doğaldır) aslında bu tutum yetişkinliğe adım atmamızı engeller ve demokratik bir sosyal yapının önüne geçer. Çünkü demokratik bir yapı, “birey”lerden oluşur, çocuklardan değil.

Psikolojik olarak çocuk kalan kişiler her ne kadar yetişkinlik çerçevesinde bir sosyal yapı talep etseler de ironik ve paradoksal şekilde kendi karar güçlerini başkalarına devrettiklerinden dolayı, güçlerini verdikleri kişiler karşısında çocuk kalmak zorundadırlar. Haliyle, karşımıza sosyal bir devlet yerine çocuk-ebeveyn devleti çıkar. Bu, tamamıyla psikolojik bir kompleksin konstellasyonu sonucunda oluşur ve bir nevi “alan memnun veren memnun” hali kazanılır. Liderler, onlara toplumu oluşturan kişiler tarafından verilen ebeveyn rolünü üstlenirlerken, toplumu oluşturan kişiler de aslında bilinçsizce çocuk kalmaya evet demiş olurlar. Bu olgunun meydana gelmesinin bir nedeni de “topluluk olmak”tır (bknz. https://pavonisegitim.com/2020/11/14/grup-psikolojisi-uzerine-marie-louise-von-franz/ ) Bireyler çocuk kaldığı müddetçe toplumsal yapılar da gelişemeyecek, çocuk kalacaktır.

Analitik psikoloji, psişenin dinamiklerini ve bu dinamiklerin kaotik işleyişini anlamak üzerine kuruludur. Tamamıyla ampiriktir, yani deneye dayalıdır – başka bir deyişle, analitik psikoloji alanında çalışan bir bilim insanı, psişenin içeriklerini önce kendi psikolojik süreçlerini deneyimleyerek öğrenir ve mesleğini de bu deneyimlerine dayanarak tatbik eder. Bahsettiğimiz dinamikler, aslında sıklıkla tekrarlayan motifleri içerirler – aynı doğadaki örüntüler (patterns) gibi. Analitik psikoloji alanında çalışan bizler de insan yaşamında doğadakine benzer motifleri ararız. Çünkü bu sayede birey ve toplum psikolojisinin işleyişini ve nereye doğru evrilebileceğini tahmin edebiliriz. Bu sayede, bireyin ve toplumun bulunduğu ve tıkandığı noktayı kavrayabilir, ileri atılacak adımları tasvir edebiliriz.

İşte tam da bu nedenle, analitik psikolojiye C. G. Jung tarafından entegre edilmiş bir alana baş vurmaktan hiçbir zaman çekinmem: Alşemi, yani simya. Burada Jung’un simya üzerine ifadelerine uzun uzadıya yer vermeyeceğim fakat daha önce çevirip yayınladığım çok önemli bir bölümü buraya iliştireyim: https://pavonisegitim.com/2021/08/18/psikoloji-ve-simya/

Simya aslında doğanın örüntülerini anlamaya yönelik ilk sistemli çalışma alanıdır ve bildiğiniz üzere, pozitif bilimin de ilk basamaklarından biridir. Pratik ve felsefi simya olarak iki dala ayrılan bu bilim alanı, Jung’un analitik psikolojiyi geliştirmesine ve görüşünü derinleştirmesine aracı olmuştur. Simya ve psikolojinin ilişkisine dayanan bu bakış açısını benimsemiş bir analist olarak ben de son günlerde, içinde olduğumuz psikososyal süreçleri analitik psikoloji-simya açısından incelemeye başladım. Sonuç bence enteresan. Bakalım bu gözlem bizi bir yerlere götürecek mi…

SİMYADA (ALŞEMİ) AŞAMALAR ve PSİKOLOJİK KARŞILIKLARI

Simyada temel olarak dört aşamadan bahsedilir. Farklı kaynaklarda bu sayı yediye, on ikiye ve ön dörde çıkmaktadır. Fakat bu uzun süreçlerde de aslında ilk dört basamağın nitelikli şekilde tekrar döngüye girdiğini görürüz.

Bu dört aşama, bireyin psikolojik süreçlerine denk gelmektedir. Jung, bu aşamalara nigredo, albedo, rubedo ve citrinitas olarak yer vermişti. Bununla birlikte, simyadaki basamaklara göz attığımızda karşımıza yapısal aşamalar da çıkar. Burada da bu aşamaları ele aldığımı söylemek isterim – diğer yandan da toplumun psikososyal sürecini bu aşamalarla eşleştirmeye ve eleştirmeye çalışacağım. Fakat yeniden eklemeliyim: Burada amacım, ola gelen süreçlerin motifsel/arketipsel yapısını incelemek ve bu sayede de takıldığımız ve sıkıştığımız yeri anlamaya çalışmak.

1.Calcinatio: Madde küle dönene dek yanmalıdır.

Bu aşamada dünyevi zevk ve uğraşların büyük bir kayıpla yitirilmesi söz konusudur. Yavaş yavaş dünyevi uğraşlar son bulur. Çok geriye gitmemize gerek yok, son birkaç yıldır süre gelen ekonomik çöküşü ve halkın maddi dünyadaki kısıtlı varlığını düşündüğümüzde bu süreç çok daha anlamlı hale geliyor. Tabi ki uzun süreli yitimin yanında 6 Şubat depremlerinin getirdiği büyük yıkım ve kayıp da tek başına ele alınmalıdır.

Maddi dünyadaki kriz, bireyleri sistemi sorgulamaya ve iç dünyalarına dönmeye zorlar. İronik şekilde bu aşama, “dünyevi bağımlılığı bitirene dek egonun yanması”nı sembolize eder. Aslında “calcinatio”, bizi Benlik/psişenin bütünlüğüne doğru yolculuğa zorlar fakat bu süreci bir nevi “uyuşukluk” ya da “için için yanma” olarak da deneyimleyebiliriz. Aslında dış dünyayı yakarak, egonun iç dünyayla yüzleşmesini sağlayan psikolojik süreci başlatan “calcinatio”, gerekenden daha uzun süre içinde kalırsanız sizi uyuşturarak yok eder. Toplum olarak çok uzun süredir bu süreçte olduğumuz fikrindeyim. Fakat umut verici şekilde bu aşama bir sonraki aşamayla iç içe geçmiş gibi görünüyor.

2. Solutio: Küllerin sıvıya dönüştürülmesi.

Sağduyulu şekilde hareket etmezsek, içinde sıkışıp kalma riskimizin olduğunu düşündüğüm aşamadır bu. Açıkçası toplumun bir kısmının ilk aşamada, bir kısmınınsa ikinci aşamada bulunduğunu söylemek de sanırım yanlış olmaz. 

“Solutio”, sıvı aşamasıdır ve su ile imgelenir. Haliyle, bilinçdışına (reddedilmiş, yok sayılmış, bastırılmış tüm içerikler) ve gölgeye doğru yolculuğun başladığı aşamadır ve ÜSTÜ ÖRTÜLÜ İÇERİKLERİN/GERÇEKLERİN ORTAYA ÇIKMASI söz konusudur. Peki bu içeriklerin ortaya çıktığını nasıl anlarız? Utanç-suçluluk-korku-öfke duyguları toplumu ele geçirir ve bireyler duygularıyla savrulmaya başlarlar. Aslında duygular, psikolojik dinamiklerin (kompeksler) semptomlarıdırlar ve bireyi harekete geçiren çok önemli fenomenlerdir. Duygular sizi büyümeye zorlarlar – elbette ki onları sahiplenebilir, sorumluluklarını alabilirseniz! Jung şöyle demişti: “Kompleks/gölge özellikle psikopatolojik değildir. Ona sahip olmadığımızı düşündüğümüzde patolojik hale gelir: Bizi ele geçirmiştir, bize sahiptir.” Bu nedenle, analitik psikolojide şöyle deriz: Sahiplenemediğimiz her şey bizi sahiplenecektir. Duyguların, yani komplekslerin, yani bilinçdışı dinamiklerin sorumluluklarının alınması gerekir ki bir sonraki aşamada ayrıştırma/entegrasyon yapılabilsin. Fakat burada bizi bekleyen zorlu bir psikolojik etken bulunur: “Kompleks sadece sonuna kadar yaşanırsa gerçekten üstesinden gelinebilir.” 

Bu aşamayı sağduyulu şekilde yaşayabilmek zordur. Duygular, bireyi eyleme sevk ettiği gibi onu kaotik bir girdaba da sürükleyebilir. Dolayısıyla, bu aşamada karşımıza iki tehlike çıkmaktadır. Biri, duyguları, yani kompleksleri tarafından ele geçirilen bireyin rasyonelliğini ve bilincini kaybetmesi riski. Bu, bizi “kaderci” bir anlayışa da sürükleyebilir, bilimin ve mantığın önüne geçen duygularla, talep ettiğimiz her şeyi yıkan bir kaosu da yaratabilir. İkincisiyse, hissedilen duyguların egoda şişkinliğe (kibir) neden olarak projeksiyonu arttırma olasılığı. Bu durumda da duyguların haklılığına çok fazla kapılıp, her şeyi en iyi biz görüyoruz, her şeyin en doğrusunu biz görüyoruz tavrıyla başka bir büyük kıyıma sürüklenme riski söz konusu olur. Her iki durum da bilinçsiz egonun karşılaşabileceği risklerdir. Sonuç olarak iç ve dış çatışma artabilir ve ego (bilinç) tamamıyla yok olabilir.

Peki çözüm nedir?

Aslında “solutio”, “solve” yani çözmek fiilinden türemiştir. Bu aşama, çözülme aşamasıdır ve bu çözülme, görünen o ki ancak duyguların yoğun şekilde yüzeye çıkması ve egoyu ele geçirmesiyle mümkündür. Belki de çok uzun süre salt mantıklı ve “gerektiği gibi” davranmaya zorlamışızdır kendimizi. Oysaki psişe, tek yanlı bir tutumu asla kabul etmez. “Compensation”, yani telafi işlevi harekete geçer ve duygular vasıtasıyla bireyin körleştiği yerleri görmesini sağlamaya çalışır. Duygular, bilinci/egoyu kuşattığında onu değişmeye ve harekete geçmeye zorlarlar, egonun benimsediği kalıplarını ve gerçekliği sorgulamasına neden olurlar.  Bu aslında büyük bir paradokstur. Yapılanmayı ve sağlamlaşmayı hedefleyen psişe neden egoyu çözülmeye zorlar ki?

Kolektif bilincimizin getirdiği, yani insan topluluğu olarak benimsediğimiz düşünme işlevi baskın yaklaşım psikolojik olarak eksik bir yaklaşımdır. Psişe, salt pozitif bilimci değil gibi görünmektedir. O, fenomenler dünyasıdır da ve zıtlıklardan oluşur: düşünmenin yanında hissetme, sezme ve duyumsama (beden) gibi işlevler de vardır ve psişe bunların tamamıdır. Psikolojik bütünlüğün sağlanması için tüm organların işlevsel olması önemlidir ve bunun için de gölgede, yani bilinçdışında bırakılmış organların bilinçli şekilde kullanılmaya başlanması amaçlanır. Fakat sadece bir ya da birkaç organı kullanabilen ego, bu bütünlenme sürecinde parçalanır çünkü benimsediği işlevlerin zıtlıklarıyla yüz yüze gelmeye zorlanır. Bu, bildiğimiz en hakiki ve temel psikolojik kanunlardan birisidir. Bireyleşme, egonun tekrar tekrar parçalanıp yapılanmasını gerektiren bir süreçtir. (bu konuda şuraya bakabilirsiniz >>> https://pavonisegitim.com/2021/10/20/jungun-analitik-psikolojisi/ )

Son olarak şunu diyebiliriz: Bu aşama hakkıyla yaşanabilirse gölgeyle yüzleşmeye, yaşanamazsa da boğulmaya ve posesyona neden olur. Sorumluluğu alınan bilinçdışı içerikler entegre edilir, sorumluluğu alınmayan içeriklerse projekte edilecektir. Toplum, bu entegrasyonu yapabilen, yani kendi gölgesiyle yüzleşebilen bireylerden oluştuğu takdirde ahlak, etik ve insanı/doğayı koruyan değerler kendiliğinden sahiplenilir. Bu entegrasyon bireyde mümkün olamadığındaysa dış dünyada, o toplumun liderlerinde yaşamaya devam edecektir. (bknz. https://pavonisegitim.com/2020/08/25/golgelerle-dans-yansitma/ )

3. Separatio: Ayrışma.

“Solutio” evresinde duygular ve açığa çıkan içerikler hazmedilir hale geldiyse, “separatio” aşamasında birey bu içeriklerden ayrışabilmeye başlar. 

Gölgeyle yüzleşme başlamıştır ve sorulması gereken soru artık şudur: Neleri yok saydım? Neleri sahiplenemedim? Kendi kötülüğüm/gücüm/değerlerim nerede? 

Gölgenin hazmedilebilecek değerleri ile ayrıştırılacak olan değerleri bu aşamada anlaşılır. “Separatio”, hummalı bir iç çalışma gerektirir ve sizden tüm gücünüzü talep eder.

4. Coniunctio: Birleşme – Bedenlenme.

İkinci ve üçüncü aşamalar başarıyla tamamlanabildiğinde, zıtlıkların birleşmesi sonucunda “Üçüncü” doğmaya başlar. Tez, anti-tezini doğurmalıdır ve ancak bu sayede üçüncü, yani “orta yol” bulunabilir.

Önceki aşamaların sonucunda bilinçsiz olanla bilinç ilişkilenmeye başlar ve ortaya uçlarda olmayan, kapsayıcı ve bütünlüklü “yeni insan” ya da toplum çıkar. Burada artık ego, psişenin geri kalanıyla iş birliğine başlar ve tek başına hareket etmek yerine, psişenin tüm içeriklerinin bütünlüğünü, dolayısıyla da ait olduğu topluluğu ve çevresini önemsemeye başlar. Bunun toplumdaki yansımasını, bireylerin toplumla uyum içerisinde yaşaması ve insanı/toplumu gözeten, ahlaklı ve erdemli bir tutumla davranmaları şeklinde görürüz. Önceleri toplumun bireylerini besleyen çıkarlar, hazlar ve kıstaslar değerlerini kaybederler çünkü birey hem kendisiyle hem de toplum ve doğayla hakiki bir ilişki içerisine girer.

“Coniunctio”da psişenin hakiki etiği ve ahlak değerleri sahiplenilmeye başlanır, yani “üçüncü” olarak bireyleşmiş insan ve toplum doğar.

Son not…

Yazı içerisinde bahsettiğim tehlikelerin dışında bizi bekleyen en acımasız tehlike bence şudur:

“E ben bunların hepsini yapabiliyorum, onlar yapamıyor,” düşüncesi.

Toplum, bireyi yansıtır. Bunu hazmetmekse kolay iş değildir. İçinde yaşadığımız toplum, üzerinde yaşadığımız topraklar bizim psikolojik yapımızın resmidir. “Ben değil onlar” ifadesiyle başlayan cümleleri yutmak da hazmetmek de çok iş çok zaman alacaktır. Tekrar olacak belki ama her gün tekrarlasak da yeri olacak şu cümlelerle bitirmek sanırım yerinde olacak:

“Kompleks/gölge özellikle psikopatolojik değildir. Ona sahip olmadığımızı düşündüğümüzde patolojik hale gelir: Bizi ele geçirmiştir, bize sahiptir.”

Hepimize kolaylıklar diliyorum.

Didem Çivici – Copyright ©2023
(Jungiyen Analist -diploma candidate- C.G. Jung Institut, Zürich)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s